Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Yıl 2009. Hani şu Balyoz davasının sahte delillerinin üretildiği yıl. ( 11 no’lu CD’deki tarih çelişkileri ve Gölcük donanmasında bulunan 5 no’lu harddiskte yapılan çalışmalar bu tarihi işaret ediyordu.)

İşte o yılın Ekim, Kasım veya Aralık ayı.

Odaklanın. Ve hatırlamaya çalışın bakayım.

O vakitlerde kimlerle yazıştınız e-postanız üstünden?

Yahoo, Hotmail ya da Gmail’inizden. Patronunuzla, annenizle, dostunuzla, sevgilinizle, kuzeninizle, çocuğunuzla…

Bankanızla? İnternet üstünden alışveriş yaptığınız şirketle? Psikiyatristinizle? Doktorunuzla? Kan tahlil sonuçlarınızı gönderen laboratuvarla?

Kredi kartı ekstrenizi mi e-posta ile alıyorsanız?

Cep telefon faturanızı ve konuşma dökümünüzü?

Sosyal medyadaki hesaplarınızla ilgili güncellenen bilgilerinizi?

Türkiye’de seçimlerin neredeyse tümünün ortak özelliği mağlubunun olmamasıdır. Sandıktan başarılı çıkamayan partiler/adaylar öyle çok, kapsamlı ve ikna edici argümanla durum değerlendirmesi yaparlar ki sanki onlar galip çıkmış sanabilirsiniz. Mağluplar ne mi yapar? Mesela:

1)Varsa diğer mağlupların durumunu daha ön plana çıkarıp kendilerini “daha az mağlup”, buradan hareketle “gizli galip” gösterirler.

2)Sandıkta kazanan tarafın seçim öncesi beklentilerini abartılı bir şekilde tarif ederek, esas hedefine ulaşamadığını, hayal kırıklığı yaşadığını, dolayısıyla aslında hiç de galip olmadığını, tam tersine kaybettiğini ileri sürerler.

3)Kazanan taraf siyasi iktidarı zaten kontrol ediyorsa, seçim sürecindeki adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, hukuksuzlukları, hile iddialarını her şeyin önüne koyup, bu şartlar altında gösterdikleri performansı başarı olarak tasvir eder, kendilerini “galip sayılır bu yolda mağlup” ilan ederler.

4)Tabii bir de doğrudan ya da dolaylı olarak seçmeni suçlarlar. Daha önceki seçimlerin ardından, kazanan tarafın karşıtları durumu sık sık Aziz Nesin’in o veciz sözüyle izah etmeye çalışmışlardı. Bu seçimin ardından da benzer yorumlar yapıldı ama fatura daha çok oy kullanmayan seçmenlere kesilmek istendi.

Cumhurbaşkanı seçilen kişinin, partisiyle ilişiğinin kesilmesi gereği, bir anayasa hükmü.

Bu açık hüküm 32 yıldır orada dururken, bu hükmün gereği 1989’da Turgut Özal , 1993’te Süleyman Demirel örnekleriyle yerine getirilmişken, bir yönetmelik kadar ayrıntılı anayasaya yazmış darbecilerin, “ hemen” demeyi akıl edememiş olması, Erdoğan ile partisinin sınır tanımaz pragmatizmine ağır bir halka daha ekledi.

Yeni cumhurbaşkanı ile partisinin değerli hukukçularının, sırf 101. maddeye istifa tarihi konulmamış diye zamanımız var” yorumları, pragmatizmin ötesinde açık bir anayasa ihlalidir.

Ama ne gam...

Bu konuda “rejim krizi” ihtimaline dair soru sorulmasını dahi cüret sayan bir ifade ve “Rejim biziz, haberiniz yok galiba” edasıyla cevaplar vermeyi sürdürüyorlar.

Meclis Başkanlığı’nın, “Başbakanlığa vekâlet sistemi” örneklerini içeren yazısı da Erdoğan nezdinde herhalde vız gelip tırıs giden bir girişim olarak görülüyordur.

Temel soruları sormanın zamanı geldi..

Denildiğine göre, Anayasa’da yazmasa bile 28 Ağustos’ta yeni bir dönem başlayacakmış..

Sandıktan çıkan cumhurbaşkanı eskilere benzemeyecekmiş.. İcracı yönü de olacakmış..

Bu sözleri ezberledik diyeceksiniz..

Doğru..

Bu ne demek?

Yürütmenin işlerine karışacak demek.. Yürütmeye direktif verecek demek.. Yürütmeye müdahale edecek demek..

Yani, partiler üstü olmayacak.. Partiler üstü konumu rafa kaldırılacak.. Köşk siyasi kişiliğe bürünecek..

Siyasetin merkezi olacak..

İyi de bu durumda muhatabı kim olacak?

AK Parti kurulduğu günden beri hep dışarıya karşı mücadele etti.

Şimdi ilk kez içe dönük bir mücadele mi yaşayacak?

AK Parti kurulduğu günden bu yana kurultaylara hep tek adayla gitti.

Şimdi birkaç adaylı bir kongre sürecine mi tanıklık edeceğiz?

Sorular bunlar.

Bunlara iki soruyu da eklemezsek eksik olur?

1-'Partime döneceğim' diyen Cumhurbaşkanı Gül, hangi pozisyonda ve nasıl dönecek?

2-Başbakan kim olacak?

Bu soruların çengelini yukarıya asıp, AK Parti MKYK toplantısının perde arkasını aralamak istiyorum.

10 Ağustos seçimlerinin hemen ardından, Başbakan Erdoğan'ın başkanlığında yapılan MKYK'da önemli mesajlar veriliyor.

“1982 Anayasası o kadar muğlâk ki, biz seçilen cumhurbaşkanının göreve ne zaman başlayacağını bile yorum yoluyla buluyoruz.” Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın dün yaptığı açıklamalarda altını çizdiğim bir önemli noktadır bu.

Gerçekten de 12 Eylülcüler öyle bir anayasa metni hazırlattılar ve onaylattılar ki, kritik noktalarda lastik gibi her yere çekilebilen bu metin, iktidara gelen herkesin en gerekli zamanlarda işine geldi.

Hatırlayın bir örneğini, 28 Şubat'ta Süleyman Demirel, başbakanlık devri konusunda bu metni 'yorumlamış' ve DYP-RP koalisyonunu bloke ederek hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz'a vermiş ve her türlü protestoya karşı bu lastik gibi anayasa metninin lafzına atıfta bulunmuştu.

Dediğim gibi bu metin öyledir ki, bir başka 12 Eylül'de, yani o 2010'daki tarihi referandumda 'Yeter artık kurtarın bizi bundan' diye oy verenlerin oranı yüzde 58'leri bulabilmiştir.

Oportünistleri, 'kendine demokrat'ları kolayca, mıknatıs gibi kendine çekiyor mevcut anayasanın iktidar yetkilerini anlatan bölümleri.

Şimdi, giderek derinleşen bir Başbakanlık’tan Cumhurbaşkanlığı’na geçiş krizine sürükleniyoruz.

Vaziyet çok mu fenadır? Bir yerden bakılınca öyledir ve hem de katmerlisinden fenadır. Henüz tek parti olmasa da “hâkim parti” rejimi iyiden iyiye tesis edilmiş durumda. Siyasi sistemimizin ne olduğu belirsiz. Parlamenter sistem desen değil, başkanlık desen değil.

Anayasaya bakarsanız sistem parlamenter. Erdoğan ’ın niyetine bakarsanız sistem başkanlığa gidecek. Bunun için anayasa değişikliği gerek. O değişikliği de eğer bir erken seçim olmazsa ancak on ay sonra yenilenecek Meclis yapacak.

O arada anayasada cumhurbaşkanına verilen yetkiler Erdoğan tarafından belli ki sündürülerek kullanılacak. Cumhurbaşkanının sorumluluğu yok. Yani Erdoğan aslında anayasada kendisine verilmeyen yetkileri eline alacak hem de cumhurbaşkanı olacağı için sorumluluğu olmayacak. Abdullah Gül ’e de yolu kapattığına göre 27 Ağustos’ta bu durumu içine sindirecek bir “sınıf başkanı” nı başbakan olarak atayacak. AKP delegeleri de kurultayda bu atamayı onayacak.

Kendisini denetleyebilecek bir güç yok. Manzara iç açıcı değil.

Kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan ve temeli iki ay önce Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından atılan üçüncü havalimanının ismi netleşti. Buna göre, sır gibi saklanan ismin, “ Recep Tayyip Erdoğan ” olduğu bildirildi. Başbakan Erdoğan’ın, tartışma konusu olmaması için ismi açıklamak istemediği belirtildi. İsmin, Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasının ardından kamuoyuna açıklanması planlanıyor.

İSMİ ORTAKLAR KOYDU

Ekonomi kulislerinde dolaşan bilgilere göre, dünyanın en büyük havalimanları arasında yer alacak olan üçüncü havalimanının ismi belirlendi ancak, çeşitli spekülasyonlara neden olmamak için isim şimdilik gizli tutuluyor. İddiaya göre, 3. havalimanının temeli atılmadan önce ismi konusunda da uzun soluklu çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile projeyi üstlenen firmalar tarafından gerçekleştirildi. Bu çerçevede, Mevlana , Fatih , Kanuni , Atatürk gibi birçok isim üzerinde duruldu. Ancak, bu isimler üzerinde uzlaşma sağlanamadı.

Dün gazetelerde okurken en çok güldüğüm haber, CHP’li parti içi muhalefetin, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun hesap vermesini istediğine ilişkin olanıydı. Bu kesim kendisini “ulusalcı” olarak tanımlıyor ve partinin “sağa açılma” politikasının çöktüğünü, “sol–sosyalist kesimlere açılmak” gerektiğini düşünüyormuş.

“Kafalar iyice gitmiş” belli ki! Kendisini “sol ya da sosyalist” diye tanımlayacak siyasi kişiler ya da hareketler için CHP’nin ulusalcıları, “bildiğin sağcı”dır. Mesela bir sosyalist için anadilde eğitim tartışılmayacak bir hak olarak görülürken, bir “ulusalcı” için bu talep ülkenin parçalanmasını istemek ile eşanlamlıdır.

Bir solcu için yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, insanların yaşadıkları bölgenin yönetiminde birinci derecede söz sahibi olması asıldır, bir ulusalcı için bu “merkezi üniter devletin çökmesi”nden başka bir anlama gelmez, buna şiddetle karşıdır.

Sosyal demokrat olmak her şeyden önce demokrat olmayı gerektirir, ulusalcıların böyle bir dertleri olmadığını biliyoruz.

Örnekleri arttırabilirim ama gerek yok. Şunu söylemeliyim ki, sosyal demokrat ya da sosyalist fikirler ile ulusalcı fikirler ve politikaların uzlaşabilmesine olanak yoktur. Bir uzlaşma var ise bu iki taraftan birinin artık kendisi gibi olmamaya karar verdiği anlamına gelir.

Yazının başlıkla doğrudan ilgisi yok, sadece müstakbel Cumhurbaşkanı’nın sözlü tacizine/tecavüzüne uğrayan Amberin Zaman’la dayanışmak için yazdım. Bir cumhurbaşkanı adayının seçim kampanyası sırasında bir kadın gazeteciye, sadece hoşuna gitmeyen bir düşünce dile getirdiği için önce edepsiz, sonra edepsizle yetinmeyip aşağılık demesi, bunca rezillik yaşanan şu ülkede bugüne kadar duyulmuş değil.

Geçen haftaki yazıda liderin kitleyi nasıl aşağı çektiğini, kendi suretinde lumpenleştirdiğini ve kitle aşağı itildikçe kendisinin de nasıl aşağıya kaydığını anlatmaya çalışmıştım. Üsluptan başlayıp ahlâka, vicdana uzanan bu irtifa ve düzey kaybının sadece liderin kendi kitlesini değil toplumun çok geniş kesimlerini etkilediğini düşünüyorum. Empati yeteneğine sahip, duyarlı, vicdanlı, demokrat olarak bildiğimiz insanların kimi gelişmeler karşısındaki duyarsızlıkları, suskunlukları, hatta lidere yönelik alkışları, yandaşlıkları anlatmaya çalıştığımı iyi özetliyor. Son iki örnek: “Daha da çirkini: affedersiniz Ermeni dediler” ve “edepsiz, aşağılık kadın” saldırıları karşısında tek ses, tek vücut olmaları gerekenler - tekil sesler, yazılar dışında- çığ gibi büyüyen toplu ve güçlü bir tepki vemediler/veremediler.

Popüler İçerikler

Türkiye Kaçıncı Sırada? Bir Ankete Göre En Güzel Kadınların Bulunduğu Ülkeler Açıklandı
Bahis Reklamı ve Teşvik İçin Soruşturma Başlatılmıştı: RTÜK Başkanı TV8 İçin İnceleme Başlatıldığını Açıkladı!
Domuz Eti Skandalıyla Gündeme Gelmişti: Köfteci Yusuf Yeni Bir Sektöre Giriş Yapıyor!