Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Geçen salı gecesi CNNTürk ’te katıldığım bir programda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Türkiye’de ahlaki çöküş yaşandığını ve halkın bir kısmının sorgulama yeteneğine sahip olmadığını savundu. Kılıçdaroğlu düşüncelerini şu sözlerle ifade etti: “ Bir kitle var ki bu yüzde 25 ile 35 arasında değiştiği söyleniyor... Bu kitle hiç bir şeyi sorgulamıyor. ” Ben de bu görüşüne cevaben dedim ki: “ Bunu Türkiye’de, bir Müslüman ülkesinde beklemek biraz zor değil mi? Çünkü neticede İslam, merkezine bireyi değil cemaati alan bir din. ”

Bu cümlem üzerine yazar Levent Gültekin ’in lügatimize kazandırdığı “ Erdoğanistler ” bir linç kampanyası başlattılar. Kendilerine dindar diyen bu kişiler ağza alınamayacak küfür, hakaret ve tehdidi üzerime yağdırdılar. Kimi hemcinslerim dâhil. Yeni Şafak konuyu dün manşetine taşıdı. Fotoğrafımı basmayı da ihmal etmedi. Beni açıkça hedef gösterdi. Başbakan dün koroya katıldı. Meydanlarda beni yuhalattı.

Cemaat temsilcileri, ‘Arap sokağı Erdoğan’ı farklı yola soktu. Savaştaymışız gibi gerginiz’ diyor

İsrail’in Gazze operasyonuna Türkiye’den gösterilen tepkiler sırasında, Türk Musevi cemaatinin büyük tedirginlik yaşadığı, işyerlerine yönelik tehdit ve tacizlerde artış gözlendiği belirtildi.

Musevi cemaatinin kamuoyunda yakından tanınan önde gelen bir ismi “Panik ve korku içindeyiz. Antisemitik dalgaya karşı hükümetin net bir duruşunu göremiyoruz” diye konuştu.

Oksijensiz kaldık

Cumhurbaşkanlığı kampanya sürecine denk gelen Gazze operasyonu sırasında Musevi cemaatinin yaşadığı sıkıntıları konuştuğumuz Türk Musevilerinin önde gelen ismi şöyle aktardı:

“Türk Musevi toplumu olarak panik içindeyiz. Türkiye bugün dünyanın en gergin halkını barındıran ülke oldu. Ülkemizde savaş yok ama sanki savaştaymış gibi gerginiz. Korku içindeyiz. Yabancı düşmanlığı ve onun da üzerinde bir antisemitizm dalgası yayılmakta. Böyle devamlı sıkıntı altında yaşamanın kendine göre oksijensizliği var.”

Mısır’ın Gazze’de 72 saatlik ateşkesi sağlaması ve Kahire’nin Hamas’ın içinde bulunduğu Filistin heyeti ile İsrail temsilcileri arasında “dolaylı müzakereler”e ev sahipliği yapması, Mısır diplomasisi için bir başarı olmuştur.

El Sisi yönetimi böylece Gazze sorununu bölgesel bir rol oynamak ve etkinliğini göstermek için bir fırsat olarak değerlendiriyor.

Mısır diplomasisinin yoğun çabaları sonunda taraflarca uygulanan ateşkesin bu sabah bitiş saatine kader devam edip etmeyeceği ve bir süre daha uzatılıp uzatılmayacağı bu satırlar yazıldığı sırada belli değildi. Ancak bu seferki ateşkesin bu kadarıyla gerçekleşmiş olması dahi, Mısır’ın kredisine işlenecektir.

Mısır’ın ateşkes ve sonrasındaki müzakereler için giriştiği inisiyatifte en azından bu aşamada başarılı olması, ilk bakışta yadırganabilir. Zira El Sisi yönetiminin Hamas’a fazla sempatisi olmadığı, ona Mısır’da yasaklanan Müslüman Kardeşler’in bir uzantısı olarak baktığı ve İsrail ablukasın altındaki Gazze ile Refah kapısını da kapalı tuttuğu biliniyor.

Hikâye iyi gelişebilir ve insanları mutlu sona çok daha yakın hissettirebilirdi. Tam tersi oldu.

Türkiye'ye eziyet edenlerle işbirliği ve ittifak kuran eski siyaset sınıfını tam 12 yıl önce tasfiye eden Türkiye halkı özgürlükleri, huzuru, refahı, özgüveni, önünü görebilirliği onların anladığı bir yeni dille ve yepyeni bir atılım ruhuyla kendilerine vadeden AKP'yi iktidara getirdiğinde hem senaryo netleşmiş hem de umutlar hiçbir zaman görülmediği kadar kabarmıştı.

2002'den başlayarak “Türkiye'de bu işler artık böyle gitmez, ne zalime yer var artık ne de haksızlığa... Yeter” diyen kalabalık ve karma bir toplumsal koalisyonun fertleri, bu dert üreten ülkenin önünün açılması için taşın altına elini koydu.

Ekonomide devlet baskısı yoğun bir şekilde hissediliyor artık.

“Neden bu kanaate ulaştın” sorusu akla gelebilir?

Şundan bu kanaate ulaştım; kamu bankaları bir türlü özelleştirilmedi. Hatta bankacılık kesiminde kamu bankalarının ağırlığı çoğaldı. Kimlere ne kadar kredi verileceği politikacının kontrolüne geçti böylece.

Bu arada devletin, İslami bankacılığı özel sektöre bırakmayıp onu da ele geçirmek istemesi iktidarın devletçi adımlarını hızlandırdığını bize gösterdi.

Niye böyle bir tespiti yapıyoruz?

Yapıyoruz çünkü devletin üç tane İslami banka kuracağını Başbakan Yardımcısı Ali Babacan açıkladı. Yine vergilerin büyüme hızının üzerinde artması ekonomik kaynakların hızla devletin elinde toplanmasına neden oluyor. Ve devlete aktarılan vergiler verimsiz kamu harcamasına dönüştüğünden büyüme hızını düşüyor.

Çok eski bir arkadaşım yazlığından telefon etti. “Yine Tayyip'i övmüşssün, hiç eleştirilerini söylemişsin...” şeklinde (dostça) bir sitemde bulundu. Kendisine, yazının ana konusunun Avrupa'nın Erdoğan'dan nefretini tahlil etmek olduğunu, ama eleştirilerimi de dile getirdiğimi anlattım. Polisin gençleri öldürmesi, gündelik yaşam ve medyaya müdahaleler dahil, eleştirilerime yer verdiğimi söyledim. “Görmedim” dedi. Israr edince, yeniden bakacağını söyleyerek, bir seçici algı sorunu olabileceğini kabul etti.

'Bizim mahalle'deki öfke devam ediyor. Objektiflikten veya sakin bir değerlendirme biçiminden bahsetmek, genelde son derece zor. En son, Tayyip Erdoğan'ın, “Benim için afedersin daha çirkinini söylediler Ermeni dediler...” şeklindeki sözleri, arkadaşlarımı ayağa kaldırdı. Dikkatle dinlediğim o söyleşide, Başbakan'ın ifade tarzını; milliyetçi tortuların, önyargıların bir dışa vurumu olarak algılamıştm. Söylemek istediklerinin ötesinde, tam anlamıyla yanlış bir noktaya sürüklenmişti. Belki milliyetçiliği, insanların kökenleri nedeniyle aşağılanmasını eleştirmek niyetiyle söze başlamış olsa da; hiç duymak istemediğimiz sözcüklerle bitirdi. Bir Başbakan, 76 milyonun Cumhurbaşkanı olmak isteyen bir siyasetçi, böyle gaflar yapmamalı.

Şimdi ben “gaf” dedim ya, “ne gafı, adam zaten Ermeni düşmanı, Alevi düşmanı, Kürt düşmanı” diye düşünenler olacaktır...

Oy vakti geldi çattı ama şölen değil savaştayız sanki. Her gönül yaralı, herkeste bir yarın korkusu. Cumhurbaşkanını seçmek öfkeyi dindirir mi yoksa yeniden şiddet sarmalına mı girilir bilmiyoruz. İster parlamenter sistemde kalalım, isterse fiili başkanlığa geçelim, her halükarda bir kısır döngü içindeyiz: Hayatî kurumlarımız işlemiyor.

Cumhuriyetimizi inşa ederken temel kurumları dörtbaşı mamur oluşturabilseydik, bugün kendi çıkarları adına toplumsal dengeyi tarumar edenlere dur diyebilirdik. Maalesef Türkiye’nin kurumları sabit esaslarla çalışmadı hiç. Yasama, yargı ve yürütme, daima kuralların keyfekeder esnetildiği veya yok sayıldığı bir sistem yarattı. Bileşik kaplar misali, medya ve STK’lar da bu çarpık fotoğrafın parçasıydı.

Hayatın bütün cephelerinde; ulaşım, sanayi, eğitim, askerlik ve şehircilikte kurumların düzgün, güvenli, eşitliğe dayalı hizmet verilebilmesi için, daha en baştan sağlam ölçüler getirilmeliydi. Ne zaman büyük bir faciayla karşılaşırsak o zaman hatırlandı bunlar. Fakat olayların sıcaklığı içinde sağa sola koşulup yine eski düzene dönüldü. Bütün kurumlar benzer zaaflarla malul olduğundan hiçbiri diğerinin hatasını sorgulayamadı. Türkiye kâğıt üzerindeki hukuk devleti fakat gerçekte bir kaos düzeniydi.

IŞİD (Irak Şam İslam Devleti, yeni adıyla İD, yani sadece İslam Devleti) Suriye’de Baas rejimiyle (dolayısıyla ona yardıma giden İran devletinin ve Lübnan Hizbullahı’nın yolladığı savaşçılarla), Kürtlerle (PYD/YPG), başta El Kaide bağlantılı Nusra Cephesi olmak üzere diğer gruplarla çatışıyor. Irak’ta Bağdat rejiminin (Şii Arapların) elinden Musul’u aldıktan sonra başkente doğru yöneldiği söylendi ama son günlerde hedefine Kürtleri almış durumda. Tabii gerek Şii Araplar, gerekse Kürtlerle savaşırken arada kalan dinsel azınlıklara, yani Hristiyanlara ve Ezidilere de zulmediyor. IŞİD bütün bunlara ek olarak Lübnan’da da yeni bir cephe açmak üzere...

Ortada içiçe geçmiş iki soru var: IŞİD bu gücü ve cüreti nereden alıyor? Önce güç konusunu ele alalım. Bu soru Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na sorulduğunda şöyle bir cevap vermiş: “IŞİD öfkeyle besleniyor. İki şey söylendi birincisi yabancı savaşçılar. Bir de silahlar dışarıdan geliyor. IŞİD’in yapılanmasında merkezi hükümetten kopmuş kişilerden geliyor. Orada bir öfke birikmesi olmuşsa bu bir çekim alanı oluşturuyor. İkincisi de silah olayı. Ya Suriye rejiminden alıyor, ya da Irak ordusunun bıraktığı silahları aldılar. Öfkeden bir araya gelmiş bir insan topluluğu var, diğer tarafta terk edilmiş silahlar var.”

90’lı yılların başı.

Tıp doktoru. Aynı zamanda, heykeltıraş. Tatile giderken, Afyon’da mola verir. Oturduğu çay bahçesine kalabalık bir grup insan gelir. Üstleri başları perişan, alayı gariban, ağlamaktan gözleri şişmiş... Hayrola diye sorar? Şehit cenazesi taşıyan   köylülerdir.

Üç yaşında olan ve ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere... Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, beri yanda evladını vatan için toprağa vermiş baba... Utanır. Bi şey yapmalıyım diye düşünür, bu çocukları ölümsüzleştirmeliyim... “Şehit Ağacı” projesi hazırlar. Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır o ağacın dallarında. Projesini hayata geçirmek için aradığı fırsatı, anca 2003’te bulur. Resim Heykel Müzesi’nin açtığı yarışmaya katılmaya karar verir. İstanbul’a gelir. Künyeleri almak için Tahtakale’ye gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi gösterir... Ermeni bi usta. Mısır çarşısının hemen arka sokaklarından birinde bulur küçücük dükkânı, girer, meramını anlatır. Ermeni usta dinler. Ve, o güne kadar heykeltıraşın hiç düşünmediği detaya dikkatini çeker, “Asla paslanmaması lazım” der, “Evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı”.

Varlık Sebebimiz ve Siyasi Amacımız” başlıklı bir yazıda geçmişten bu yana taşıdığım bir hissiyatı ortaya koymuştum. Bugün de bu hissiyatı yeniden dile getirmek istiyorum. Çünkü Pazar günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olması şahsen benim için önemli bir siyasi amacın gerçekleşmesini ifade ediyor. İttihat Terakki’den bu yana iki ana damar arasında yaşanan çetin mücadelede milletin değerlerine yaslanan değişim bloğu açısından bu durum bir ‘siyasi zafer’ e işaret ediyor. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ve yeni Türkiye’nin inşasında bir dönemecin geçilmesi tarihi önemdedir.

Daha önceki yazımda şunları söylemiştim: “Şahsen ben, 2000’li yılların Türkiyesi’nde bazı sorun kümelerini daha çok önemsiyor, bunların çözülmesini ‘siyasi varlık sebebi’ görüyordum. O zamanlar çözümü çok kolay görünmeyen şu meselelerin aşılmasını adeta ‘hayatımızın ve mücadelemizin amacı’ gibi algılıyordum: 1. ‘ İmam-Hatip, meslek lisesi, katsayı ve Kur’an Kursu ’ etrafında dönen sorun kümesi. 2. Terör ve Kürt meselesi olarak tanımlanabilecek sorun yumağı. 3. Üniversitede, kamuda ve Meclis’te yaşanan başörtüsü sorunu . 4. Milli iradeyi ve demokrasiyi örseleyen askeri vesayet ve bürokratik oligarşi sorunu . 5. Her alanda (ekonomi, gelir dağılımı vs) yaşanan adaletsizlikler ve hukuksuzluklar.” 1990’lı yıllarda biraz da ütopik hedefler ve hayal gibi görünen bu meselelerin çözüm yoluna girmesi bizim kuşağımız için bir yükümlülüğün ifası olarak görülebilir. 80’li yıllardan beri çekilen çileler, yaşanan acılar, ödenen bedeller bir nebze de olsa bugün karşılığını bulmuş durumda.

Popüler İçerikler

Mauro Icardi'den Olay Wanda Nara Paylaşımı: ''Evimde 2 Saat Boyunca Beni Taciz Etti''
Beklenen Gün Geldi: Birbirinden Ünlü İsimler Saygı1 Formatının İkinci Konuğu Sertab Erener İçin Sahneye Çıktı!
Domuz Eti Skandalıyla Gündeme Gelmişti: Köfteci Yusuf Yeni Bir Sektöre Giriş Yapıyor!