Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Köşk seçimini almaya yeter mi bilmiyorum ama ilk defa bu kadar büyük koalisyon kuruldu.. Solun en ucuyla sağın en ucu aynı safta buluştu.. Ekmeleddin İhsanoğlu’na destek konusunda anlaştılar.. Türkiye için yeni bir durum.. Aslında hem yeni hem ileri bir durum.. İleri durum çünkü siyasi tarihimizde bu derece büyük koalisyon yok..

İktidar ne kadar aldırış etmiyormuş gibi gözükse de belli ki içten içe sinirleniyor.. İktidar yanlıları, PKK’dan ayrılmış, DHKP-C’den kopmuş isimler tarafından kurulan Devrimci Halk Partisi ile MHP nasıl olur da aynı çatı altına girer diye veriyor, veriştiriyor..

TGB ile BBP’nin aynı safta olmasına şaşıyorlar.. Taraftarlarına ‘ilkesizlik’ olarak pazarlıyorlar.. Eski Türkiye’nin bekçiliği olarak sunmaya çalışıyorlar..

22 Temmuz “ sahur operasyonunda ” Gülen Cemaati’ne yakın oldukları iddia edilen 49 polis gözaltına alındığında Çağlayan Adliyesi’nden Bugün TV ve Samanyolu gibi kanallardan yansıyan görüntüler, yükselen serzenişlerin, Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında Silivri Cezaevi’ndeki manzaralardan pek bir farkı yoktu.

İddialara göre polislere kötü muamele yapılmış, sahte deliller üretilmiş, masum insanlar gözaltına alınmış, usul yönünden hukuka darbe indirilmişti. Zaman gazetesi 23 Temmuz sayısında hukuk ihlallerini dokuz maddede sıralamıştı. Merak edenler bakabilirler. Tüm bu süreçte Gülen Cemaati, mağduriyetine dikkat çekmek için tüm imkânlarını seferber etti. Ancak yakın geçmişte Balyoz, Ergenekon, Oda TV, ve İzmir’deki casusluk gibi davalarda da Cemaat’e yakın polisler (tutuklananlar dâhil) ve savcılara benzer suçlamalar yöneltilmişti. Şantaj kasetleri hareketin alnına yapışan en kara leke diyebiliriz. Dolayısıyla “ etme bulma dünyası ” tonunda yorumlar furyası hiç sürpriz değil. Buna karşın Çağlayan’a koşan CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Mahmut Tanal’ın hukuku önde tutan duruşlarının iyi kavranması gerekir. Bağımsız yargı Gülencilerin de öğrendiği gibi hepimize lazım.

Yıllar önce Şanlıurfa’da bana kenti gezdiren bir tanıdığım, şimdi anlatması çok uzun olacak alakasız bir konuda şöyle demişti: “Malum, bizim insanlarımız gözleriyle düşünür!” Bu tespitin ne kadar isabetli olduğunu değişik zaman ve yerlerde, değişik olaylarda deneme imkanım oldu.

İşte son bir örnek: Mart ayının başlarında Türkiye’de İslami hareketin güncel durumunu tahlil ettiğim bir yazımı şöyle bitirmiştim: “İslami hareketin yaşamakta olduğu şu büyük hayal kırıklığı ve bozgunun ardından Türkiye, tarihinde görmediği ölçüde sert bir İslamcı dalgaya tanık olabilir. İslamcılık tek başına sorun değil. Ancak esas olarak ‘yeni-Selefilik’ denen akımı kastediyorum. Tüm bu yaşadıklarımızın, İslam ülkelerinin ve Batı’da yaşayan Müslüman toplulukların çoğunu altüst eden, en çok geleneksel İslami yapılanmaları tedirgin eden ve ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan ‘yeni-Selefilik’ akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı kanısındayım.”

Tayyip Erdoğan bayram namazını kıldığı Fatih Camii çıkışında, gazetecilerin sorularını cevaplandırdı. Şöyle konuştu: “Paralel yapı mensuplarının Adalet Sarayı’nın içine girmek suretiyle zanlılarla poz vermeleri, resim çektirmeleri, bunların hepsi suçtur. Anayasa’nın 138. maddesi açık ve net ortadadır. 138’e göre hangi sıfatla olursa, olsun yargı mensuplarını baskı altına alamazsınız.”

Belli ki idris Bal ile Hakan Şükür’ün ya da CHP Milletvekili Mahmut Tanal’ın, İdris Naim Şahin’in ziyaretlerini kastediyor. Anayasa’nın 138’inci maddesini hatırlamasına sevindim doğrusu. Gerçekten de 138’inci madde, yargıya baskı yapılmasını engelliyor: “Hiçbir organ, makam, merci ve kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”

Son dönemde palazlanan ve ülkeyi yönetmek için siyaset mühendisliğine soyunan neo-vesayetçi anlayışın girişimleriyle çalkanan sancılı bir dönem yaşadık.

Devlet gücünü kullanarak ve hukuk içindeymiş gibi görünerek haksızlık üretmek; yargı ve güvenlik bürokrasisini kötüye, gayrı meşruya, haksızlığa alet etmek bir dönemin ana felsefesi olarak görülebilir.

Ortada devlet var, hukuk var ama, amacından saparak kötülük üreten bir anlayış var.

Meşruiyet çizgisindeymiş gibi görünerek kötülük yapmak, hukuk içindeymiş ve hukuk için uğraşıyormuş gibi görünerek haksızlık üretmek geçmişte münferit hadiselerle görülen bir durumdu. Ama son zamanda bu habis durum sistematik bir hal aldı.

İsrail, insanlığın gözü önünde, (Batılıların dolaylı hoşgörüsü veya görmezlikten gelişiyle) bir vahşeti aralıksız olarak sürdürüyor. Olayları izlemek ve insani yardım sağlamak için Gazze’de bulunan Birleşmiş Milletler görevlisi, (17 kez koordinatlarını verdiği) mültecilerin toplandığı yerin bombalanması nedeniyle, kendini tutamıyor. Çaresizlik içinde, hıçkıra hıçkıra ağlıyor.

ABD, dünyada yükselen tepkinin de etkisiyle, “laf olsun” kabilinden konuşuyor. İlk günlerde, Obama’nın “Her durumda İsrail’in arkasındayız” sözleri, cinayetleri kışkırtan ve katili cesaretlendiren bir etki yaptı. Aynı şekilde, Almanya’sından İngiltere’sine ve Fransa’sına kadar, Batı’nın merkezleri çok kötü bir sınav verdi. Batı siyaseti, Gazze’de sınıfta kaldı.

Ortadoğu'da iktidardaki güçler, kendi halklarının talep ve ihtiyaçlarına cevap verme konusunda yetersiz kaldığından, buradaki devletler giderek zayıf düşüyor. Devlet otoritesindeki bu zafiyet ise aşiret ve mezhebe dayalı ittifakları besliyor.

Krizlerin olağan hale geldiği Ortadoğu'da yaşanan son şiddet dalgası, ortada daha büyük bir şeylerin döndüğünü; Arap ulus devletinin yok olmakta olduğunu gösteriyor. Sünni Arap coğrafyasında giderek artan parçalanma da bunun bir yansıması.

Ortadoğu'daki, yılların monarşileri ve laik tek adam yönetimleri de dahil, geleneksel otoriteler, huzursuzluk içindeki halklarının taleplerine cevap verme becerilerini giderek kaybederken, bölge devletleri de hiç olmadıkları kadar zayıf düşüyor.

Önce Hrant Dink cinayetinin avukatı Fethiye Çetin ’in şu dört cümlesinin altını teker teker çizin:

(1) “Erdoğan Dink cinayetinde kendi kadrolarını koruyor.”

(2) “Erdoğan artık devletle uzlaştı.”

(3) “Bu yüzden, bir devlet cinayeti olan Dink cinayetinin dallanıp budaklanmasından yana değil.”

(4) “Çünkü bu, Erdoğan’ın müttefiklerini rahatsız edecek.”

Fethiye Çetin’in sözleri böyle.

Sevgili Hrant Dink

Ama kaç yıl geçti hâlâ karanlıktayız.

Evet aynen böyle.

Cinayetin örgütsel kökleri bugün hâlâ gün ışığına çıkarılmadı.

Gerçek katiller bugün hâlâ devletin karanlık dehlizlerinde, kuytuluklarında saklanabiliyorlar.

Başbakan, Arınç’ın özgül ağırlığını hiçe saydığında kimse kahkaha atmamış, yüzlere acı bir tebessüm yayılmıştı.

O ağırlığın korunması hepimizin yararına olabilirdi. İffetle kahkaha arasında doğrudan bağ kuran açıklamasına ise yüksek sesle gülenler var. İffet salt cinsel namusa indirgenemez ve bazı erkekler zamparalık yapmasalar dahi namuslu olmayabilir diye düşünülüyor. Kahkaha ihtiyacı kadın erkek dinlemez. “Af dileyin ki biraz yumuşayalım” dediğini hatırlayan bazıları Arınç’a gecikmiş bir kahkaha patlatırsa ne olur diye korkarız. Maazallah ya “Kolaysa siz dileyin de biz unutalım” derlerse?

Kürt sorunu bugüne kadar Türkiye'de demokrasi tartışmalarını ve demokrasinin güzergahını olumlu ya da olumsuz önemli ölçüde belirledi.

Bundan sonra muhtemelen daha çok belirleyecek.

Malum bu sorunun çözülmesi için 2013'ten bu yana hızla yol alınıyor.

Gezi hadiseleriyle, 17-25 Aralık krizleri siyasi gerilim ve demokratik sorun anları temsil ederken, barış süreci bu konularda açık ve açılan bir alanı ifade etti.

Nitekim son iki yıl içinde ülkedeki pek çok aktörün Kürt sorunu ve bu sorun üzerinden birlikte yaşama, demokrasi, demokratik siyaset konusunda adım adım yol aldığını görüyoruz.

Popüler İçerikler

Apar Topar Çıkarılmışlardı: Kızılcık Şerbeti'nde Giray ve Heves Ayrılığının Gerçek Nedeni Ortaya Çıktı
Çanakkale'de AK Partili Belediyenin Tepki Çeken Atatürk Afişi Kaldırıldı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Karşıtlarına Mesaj Yolladı: "10 Yıl Daha Yaşasa Bambaşka Olurdu"