Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Söze ne zaman “Suriyeli mülteciler sorunu” diye başlansa… İktidar çevrelerinden hep aynı ezber yükseliyor:

Ne yani? Zulümden kaçan insanlara kucak açmasa mıydık? Ne yani? Kapatsa mıydık sınırımızı?

Ne yani? Bıraksaydık da sefalet ve ölümle burun buruna mı kalsaydılar?

Ne yani? Ne yani? Ne yani?

Zulümden, sefaletten, ölümden kaçan insanlara sınırını elbette açacaksın muhterem. Ama senin yaptığın sadece sınırı açmak… Ötesi yok. Vicdan kapını aralamıyorsun bile.

Şu tabloya bir bak Allah’ını seversen: Misafirin bir büyük sefaletin göbeğinde çırpınıyor, sen aldırmıyorsun. Misafirin sokaklarında el açıp dileniyor, sen bakıp geçiyorsun. Halkın misafirine düşman kesilmiş durumda, senden tık yok. Misafirin perişan, sen seyircisin. Misafirinin izzet ve onuru ayaklar altında, sen öyle bakıyorsun. Misafirin aç, senin umurunda bile değil. Misafirin kin ve nefretin hedefi haline gelmek üzere, sen umursamıyorsun.

Efendiler! Ev sahipliği, misafire kapıyı açmakla bitmez. Ev sahipliği, misafire kapıyı açmakla başlar. Kendinize gelin.

İlk Körfez müdahalesini hatırlar mısınız? O zamanlarda ne çok konuşulmuştu Irak Türkmenleri’nden... Irak coğrafyasının en eski unsurlarından, ta Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanından bugüne o topraklarda yerleşik bu halkın, aynı zamanda ülkenin en aydın ve en barışçıl etnisitesi olduğunu öğrenmiştik. O zaman da çıkarcı yaklaşmıştı Türkiye’nin siyasileri, ‘ soydaşlar ’ dediği bu temiz ve kandan uzak durmuş halka... Musul ve Kerkük için masaya sürülecek bir iskambil kartı görmenin ötesine geçen pek olmamıştı ne yazık ki...

Söylentiler duyardık, askerî istihbaratın Türkmen aşiretlerini silahlandırdığını, askerî eğitim verdiğini... Hatta pek bir milliyetçi, ya da Osmanlı emperyal özentisi, Irak üçe bölündüğünde Türkmenler’in bir devleti olacağını, onun da KKTC gibi yavru vatan statüsüne kavuşacağını söyler, böbürlenirlerdi. Bu goygoyculuktan tabii ki hiçbir sonuç çıkmadı, olan Türkmenler’e oldu.

Nasıl mı? Bu aklıevveller sebebiyle, ikinci Irak müdahalesinde Türkmenler Barzani’nin hedefi oldu. Ama hakkını verelim IŞİD gibi ne kafa kestiler, ne toplu katliam yaptılar. Sadece zaten onlar da yüzyıllardır var oldukları Musul ve Kerkük’te etkinliği ele geçirmeye çalıştılar. Türkiye ne yaptı? Bugün ne yapıyorsa onu, sadece hamaset!

Şimdi... Türkmenler çok daha vahim bir durumla karşı karşıyalar. IŞİD denen katil sürüsü Türkmenler’i, özellikle de Şii Türkmenler’i hedef alıyor.

Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi, haklı bir tepkiden hareketle önü arkası düşünülmeden atılmış bir adım olduğu için, yürürlükteki parlamenter rejimi bunalıma sokma ihtimali taşıyor. Buna karşılık başlayan seçim kampanyası bu seçimin olumlu bir yan taşıdığını ele veriyor. “Kim ne veriyorsa beş mislini vereceğim” türünden geçmişte Demirel’in zirve yaptırdığı sorumsuz vaat kampanyaları yerine, biraz daha fazla genel ilkeler üzerinden bir tartışma, farklı siyasal ve toplumsal birlikte yaşam tarzlarının önerilmesi, fikri planda çatışması olanağı veriyor.

Selahattin Demirtaş’ın belirttiği gibi, olması gereken, mecliste grubu olan partilere cumhurbaşkanı adaylarını belirleme tekelinin verilmediği bir adaylık yöntemidir. Ama ilginç biçimde üç adayla girilen bu yarışta özünde üç farklı demokrasi anlayışı ve üç farklı demokratik yönetim önerisi yarışıyor.

Gazze trajedisi, insanlık tarihinin bütün günahlarını, zalim hesaplaşmalarını, din üzerinden yapılan siyasetin ve ayrıca enerji savaşlarının kanlı sonuçlarını bağrında taşıyan, bu nedenle de çözülmesi çok zor olan bir sorunun dışavurumudur.

Şu anda Gazze’de sivil halk, kadınlar, çocuklar öldürülüyor...

Hiçbir gerekçe bu katliamı haklı gösteremez...

Kimse bu katliam karşısında suskun kalamaz!

Öte yandan, İsrail devletinin bu katliamı üzerinden, yüzyıllarca insanlığı bir karabasan gibi kovalamış olan “Yahudi düşmanlığı” yapmak, sadece bir “nefret suçu” değil, “insanlığa karşı” da bir suçtur!

Taraflar, zaman içinde değişen, hem mazlum, hem de zalim rolleri oynamaktadır!

Gazze trajedisinin çıkmazı, karmaşıklığı ve çözümünün çok zor olması bu niteliğinden gelmektedir.

Bu karşılıklı zulüm ve mazlumiyet, konuyu içinden çıkılmaz bir soruna dönüştürürken, Gazze’yi de bugünkü dünyamızdaki en önemli çıban başı haline getirmiştir.

FİLİSTİN konusunda Türkiye’nin devrede olmasını “eleştirenler” var.

Aslında doğru olanı budur.

Yanlış olan “taraf” tavrına girmektir.

Bu yüzden Türkiye bölge politikasında sıkıntılar yaşıyor.

“Türkiye’nin yalnızlığı” konuşuluyor.

“Doğru” olanla başlayalım. (*)

Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan en uzun iç hat seferi ülkenin doğu ucundaki Van’adır.

Mesafesi 1.304 kilometredir.

Yine İstanbul çıkışlı olarak hesaplandığında Van’dan daha kısa bir mesafe uçarak 17 ayrı ülkeye varabilirsiniz.

Bu 17 ülke 3 ayrı kıtada yer alır, bir kısmı Batı Avrupa ve Balkanlar, bir kısmı Kafkasya, Orta Asya, bir kısmı da Fas’tan İran’a kadar uzanan Ortadoğu hattındadır.

Geçen yıl Dubai’den bir ajans Birleşmiş Milletler Kadın Örgütü için bir reklam kampanyası yapmıştı. Kampanya, cinsiyetçiliğin ve kadına karşı ayrımcılığın ne kadar yaygın olduğunu gözler önüne sermek için dijital dünyadan bir alan seçmişti: Google aramaları.

Kadına dair stereotiplerden kadın haklarının açık bir şekilde yadsınmasına kadar kadınlara karşı olumsuz tavırlar acaba Google aramalarına nasıl yansıyordu? Memac Ogilvy&Mather imzalı kampanyanın yaratıcı ekibi kendilerini harekete geçiren gücün işte bu sorunun cevabı olduğunu belirtiyor.

Reklamcılar, kampanya fikri üzerinde çalışırken yaptıkları Google aramalarında karşılarına çıkan gerçeğin herkes tarafından bilinmesini istemişler. Sonuçta, toplumdaki egemen cinsiyet ayrımcılığını internet tarayıcılarının auto-complete programları üzerinden gösteren etkileyici bir iş çıkmış ortaya. ( Auto-complete , Google ya da Yandex gibi arama motorlarında arama yapmak için bir kelime yazmaya başladığınızda o ana kadar girilmiş olan karakterleri veritabanında arayıp, ilgili kayıtları alt tarafta açılan listede kullanıcıya sunan bir sistem.)

ABD Başkanı Obama tarafından Ankara’ya büyükelçi olarak atanmak istenen John Bass Amerikan Senatosu’nda sıkıştırılıyor.

Cumhuriyetçi Parti’nin eski başkan adaylarından Senatör John McCain ’in ilk sorusu şöyle:

“Erdoğan’ın Anayasa’yı değiştirme niyetinden ve otoriterliğe doğru kayan davranışlarından kaygılı mısınız?”

Büyükelçi adayı bu soruyu önce diplomatik bir dille geçiştiriyor.

Ama Senatör yılmıyor, bastırıyor.

Erdoğan’ın adımlarının otoriterlik yolunda demokrasiye dönük tehdit olup olmadığını soruyor.

Büyükelçi adayı mırın kırın ediyor.

Senatör son bir defa, “ Erdoğan, otoriterleşmeye doğru bir sürüklenme içinde mi? ” diye bastırınca, Başkan Obama’nın büyükelçi adayı pes ediyor:

Selahattin Demirtaş, her kesimden büyük ilgi topluyor. Bu ilgi, ileride Halkların Demokrasi Partisi’nin (HDP) Güneydoğu’nun dışında kalan bölgelere açılmasına zemin hazırlayabilir. Zaten BDP yerine HDP kurulurken amaç Türkiye’nin partisi haline gelmekti.

Barajın %10 olması, bu hedefe ulaşmayı zorlaştırıyor. Zira BDP/HDP adayları, bağımsız olarak seçimlere katılıyor; bu yüzden de, başka bölgelerde seçimleri kazanmaları mümkün olamıyor.

Türkiye bölünür korkusu var ya, aslında demokratikleştikçe bölünme ihtimali azalır. Mesela baraj %5’e indirilebilse ya da her seçim çevresinden tek adayın çıktığı iki turlu dar bölge seçim sistemine geçilebilse, o kadar farklı bir Türkiye ile karşı karşıya kalırız ki! Bunun yanı sıra partiler arası ittifak da yasallaşmalı. Geçmişte zaman zaman partiler ittifak yaparak seçime girdiler ama bu birlikteliği kendi kimliklerini terk ederek ancak sağlayabildiler. Sözgelimi 1991’de Refah Partisi’nin çatısı altında, Islahatçı Demokrasi Partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi birleşti. Gene 1991’de HEP adayları SHP ile seçimlere katıldı. Oysa yasal imkân bulunsaydı, hiçbir parti bir diğerinin kanatları altına girme mecburiyetinde kalmayacak, süreç daha sağlıklı işleyecekti.

Türkiye coğrafi konumu ve tarihi yükü itibariyle zor, krizlere açık bir ülke... Toplumsal dokusu açısından kırılganlık dozu yüksek bir ülke...

Ezelden beridir, farklı toplumsal dokuların ancak ayrı ayrı, sadece yan yana yaşayabildikleri bir diyardır burası...

Siyasal kültürümüzde hakim öge 'tekçilik'tir. Aradığımız hep aynı şeydir. Benzerlerimizle yaşamayı, benzerlerimizi üretmeyi arzu ederiz. Bu yüzden bugün hâlâ, dindar ya da laik, solcu ya da sağcı, çoğumuz bir cemaat içinde yaşar, bunu yüceltir ve bu yaşam tarzının kavgasını veririz.

Siyasetten anladığımız bir yanıyla 'kendi topluluğumuzu ve değerlerini değişime kapamak, en katıksız haliyle muhafaza etmek'tir.

Diğer yanıyla siyasete mücadele anlamını veririz, kendi yaşam alanımızı genişletmeye, diğerini daraltmaya dayalı, faydacı bir mücadele...

Siyasi meselelerimiz, 'kendi topluluğumuzun kültürel değerlerini mutlaklaştırır, siyasi eylemimiz maddi imkanları açısından bu topluluğun yaşam alanını diğer toplulukların aleyhine genişletmek arayışı' üzerine oturur...

Bir seçim daha baştan “Tayyip Erdoğan kazanmasın da kim kazanırsa kazansın” sloganına sıkışmışsa orada artık umut yoktur. Orada artık gerçek bir siyasetten söz etmek imkansızdır. Dahası, o slogan kitleleri topyekün öfke ve hayalkırıklığına sevk etmekten başka bir anlam taşımaz.

CHP, sadece (ama sadece) bu amaçla Ekmeleddin İhsanoğlu ’nu aday gösterdi. 90 yıl sonra Kemalizm’in ayakta kalan tek kurumu olan bu parti Kemalist siyaset sınıfını bitirme pahasına siyasi rotasını Erdoğan karşıtlığına kırmayı göze aldı. 90 yıldır mücadele ettiği sembollerin büyük bölümünü taşıyan İhsanoğlu ’nu devletin başı olarak topluma önerdi.

“Seçimli” Cumhurbaşkanlığı gibi en önemli makama karşıtlıklarının benzerliklerinden kat be kat fazla olduğu bir ismi aday göstermek demek, CHP için ülke yönetimi iddiasından vazgeçmek demektir. Muhtemelen, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP yönetimi de bunun farkında değildir. Ağustos sonrası hangi Türkiye’ye “elveda” , hangi Türkiye’ye “merhaba” denildiğini görünce anlayacaklardır.

Popüler İçerikler

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Suriye’de: HTŞ Lideri Colani Karşıladı
İstanbul Bağcılar ve Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Okullarda Yılbaşı Kutlamasını Yasakladı!
Sosyal Medyada Süren Öğretmenlik Tartışması: Az Çalışıp Çok mu Maaş Alıyorlar?