Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

IŞİD’in ne menem bir tehlike olduğunu, yaptıkları infazları Youtube’a koymalarından, kadın-çocuk demeden öldürmelerinden ve “şeriat” ilanından hâlâ anlamadıysanız... Musul’un işgali ve Türk konsolosluğu çalışanlarının halen rehin tutulmasından herhalde kavramışsınızdır!

Hükümet, rehinlerle ilgili haber yapılmasını “can güvenliği“ nedeniyle yasakladı. Ancak basın, sanki IŞİD’le ilgili tüm haberlere yasak gelmiş gibi tuhaf bir oto-sansür uyguluyor. Yoksa medyanın reflekslikssizliği, Kürt alerjisinden mi kaynaklanıyor?

Aksi takdirde neden IŞİD’in cami ve türbeleri bombalayarak ilerlemesini, Türkmenleri ve Kürtleri öldürmesini sanki dünyanın öte köşesinde olup biten gelişmelermiş gibi versin? Neden Rojava’da olup bitenleri bu kadar yetersiz aktarsın?

Varsa yoksa Cumhurbaşkanlığı seçimleri! Oysa Ortadoğu’daki dengeler bir kez daha altüst olurken, Türkiye’yi de açıkça tehdit eden fanatik saldırganlar burnumuzun dibinde.

Siviller IŞİD’e karşı silahlandı

Günlerdir Urfa’nın Suruç ilçesinin birkaç kilometre ötesinde, Suriye sınırındaki Kobanê (*) şehrine bağlı köylerde, YPG ile IŞİD arasında şiddetli çatışmalar sürüyor. Ancak Kürt kaynaklarının haricinde bölgede nelerin olup bittiğini aktaran yok!

Musul’u ele geçirerek tüm dikkatleri üzerine çekmiş olan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti-yeni adıyla İD, yani sadece İslam Devleti) Haziran ayı sonunda Irak ve Suriye’den bazı bölgeleri kapsayan bir hilafet devleti kurduğunu, liderleri Ebubekir el Bağdadi’nin halife olduğunu ve tüm dünya Müslümanlarının ona biat etmesi gerektiğinin açıkladı.

İD’in denetimindeki sosyal medya hesaplarından, dünyanın dört bir tarafından, bazı radikal İslami grupları temsil ettikleri iddia edilen, genellikle yüzleri kapalı bazı kişilerin biat haberleri veriliyor ancak bu davete ciddi manada icabet edilmediğini biliyoruz.

El Kaide tedirgin

Zaten genel olarak baktığımızda bu hilafet ilanının ne uluslararası, ne de özel olarak İslami kamuoyunda çok fazla yankı bulmadığını görüyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla geçici bir durumun söz konusu olduğu, çok geçmeden, küresel güçlerin bölge aktörlerini de yanına alarak İD’i tasfiye edeceği düşünülüyor. Tabii böyle bir manevranın başarılabilmesi için Irak ve Suriye’de Sünni toplulukların bir başka şekilde taleplerinin yerine getirilmesi gerekiyor ki bunun nasıl becerilebileceği bir muamma.

İD’in adımlarını en yakından ve kaygıyla takip etmede birinci sırayı El Kaide merkezi alıyor. Örneğin hilafet ilanına ilk andan itibaren “küresel cihada karşı darbe girişimi” olarak karşı çıkıldı.

24 Mayıs’ta Brüksel’deki Yahudi Müzesi’ne silahlı saldırı düzenleyerek dört kişiyi öldüren 29 yaşındaki Cezayir asıllı Fransa vatandaşı Mehdi Nemmouche’un 2013’te Suriye’de Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) saflarında savaşmış bir “uluslararası cihatçı” olduğunun ortaya çıkması, Türkiye’yi hiç mi ilgilendirmez?

Suriye’de savaştıktan sonra ülkelerine dönen ve dönecek olan cihatçılar, Türkiye’ninkini değil de sadece Batı ülkelerinin güvenliğini mi tehdit etmektedirler? Türkiye’yi yönetenler ve Türk medyası açısından bu soruların cevabı “evet” olmalı. Yoksa tavırları bir devekuşununkini andırmazdı.

Ülkeyi yönetenler, cihatçıların Suriye’ye gidiş gelişlerine karşı sınırlarda önlem almaya dış baskılar neticesinde zorlanmasalar, sanırsınız ki Türkiye’nin benzer bir güvenlik tehdidi meselesi yoktur.

Oysa tehdit kapımızda değil, içimizde.

Konvansiyonel medya yazmıyor, haber vermiyor ama iyi ki bir açık istihbarat kaynağı olarak sosyal medya var. Google’a girip “Suriye-şehit-mücahitler” şeklinde üç Türkçe kelimeden ibaret bir arama yapıldığında elde edilecek sonuçlar, kasten buharlaştırılmış sınırlardan Suriye’ye girip çıkan cihatçıların Avrupa’dan gelenlerden ibaret olmadığını gösterir.

Misal, Suriye’ye savaşmaya gidip orada öldürülen “Türkiyeliler” ile ilgili YouTube’a yüklenmiş tek bir videoda 29 “şehit mücahidin” ismini saydım. Sosyal medyadaki ipuçlarından yola çıkarak şu an Türkiye’den çok sayıda, belki de yüzlerce kişinin IŞİD ve diğer cihatçı örgütlerin saflarında savaşmak için Suriye’de bulunduğunu varsaymak mümkündür.

Adını ‘İslam Devleti’ (İD) olarak değiştiren Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) ilan ettiği emirliği genişletme çabası Suriye cephesini de karıncalandırdı. Suriye’de tehdit olarak görülmeyen, hatta beslenen IŞİD, Irak’ta uluslararası topluma alarma geçirince hem Esad yönetimi hem muhalifler krizi fırsata çevirmeye çalışıyor. Nusra, İslami Cephe, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve YPG’nin IŞİD’la savaşa tutuştuğu Kuzey cephesini kendi haline bırakıp düşmanlarının birbirini tüketmesini izleyen Esad yönetimi şimdi uluslararası topluma ‘terörle mücadelede’ ortaklık teklif ediyor. Tıpkı uluslararası dışlanmışlığı azaltmak ve dış müdahale hesaplarını bozmak için kimyasal silahları teslim ederek sergilediği işbirliğinde olduğu gibi

HEDEF KAYMASI

Muhalif cephe ise yeni durumunun silah sevkiyatının önünü açmasını umuyor. Ancak iki sorun var: Birincisi başta ABD olmak üzere muhalifleri destekleyen kanadın Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve ÖSO’ya yüklediği misyonun içeriği değişiyor. ABD, Esad’ı devirmek amacıyla üç yıldır temasta olduğu, yer yer eğittiği ve kısmen donattığı muhaliflerden şimdi bütün kapasiteleriyle İD’ye karşı savaşmalarını istiyor. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 30 Haziran’da Cidde’de SUK Başkanı Ahmed Cerba’ya yeni ödevi tevdi ederken açık sözlüydü: “Suriye’deki ılımlı muhalefet sadece Suriye değil Irak’ta da IŞİD’ı geri püskürtmede kilit rol oynayabilecek bir kapasiteye sahip. Başkan Cerba Irak’a da uzanan bir aşireti temsil ediyor.”

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül , Kanlıca’da villa aldığı haberini yalanladı.

Açıklamanın pazar günü süratle yapılması kadar; biri mali, diğeri siyasi olmak üzere iki boyutu ilgi çekiciydi.

  • Villanın kendisine değil, -işadamıdamadı Mehmet Sarımermer ’e ait olduğu belirtilirken, 25 milyon dolar civarında olduğu iddia edilen konuta bu ölçekte bir paranın yatırılmadığı mesajı verilmiş oldu.

  • İstanbul’a taşınması halinde” ifadesiyle de 10 Ağustos’tan sonra Ankara’dan hemen ayrılmayabilirim” vurgusu yapıldı. (Bu vurguyu, “Nihayetinde bu partinin kurucusuyum” sözüyle birlikte okumakta zarar yok...)

Başbakan Erdoğan’ın altı aydır tartıştığımız ve ucu bucağı bilinmeyen servetinin, Cumhurbaşkanı adaylığı vesilesiyle yaptığı bildirime bu kadar “güdük” yansıdığı şu günlerde, görevi bırakmak üzere olan Gül’ün akçalı bir hassasiyet göstermesi dikkat çekici.

Yeri gelmişken 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı görevinin bitiminde, Gül’ün “görünen” gelirlerini hatırlamak yararlı olabilir.

Cumhurbaşkanı ödeneği her yıl Bütçe Kanunu’na göre belirlenir.

2014 Bütçe Kanunu’nda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için ödenecek yıllık ödenek 480 bin TL olarak belirlenmişti.

Hizmet hareketi gündemin merkezine oturmuş bulunuyor. “Yurtdışı odaklar adına hükümete karşı kumpas kurmak; devlet içinde paralel bir örgütlenmeye gitmek ve yasa dışı -aynı zamanda ahlak dışı- yollarla bilgi, belge toplayıp, gizli çekimler yapıp bunları şantaj aracı kullanmak”la suçlanıyor.

Kuşkusuz suçlamalar, mahiyetleri itibarıyla kabul edilemez fiillerdir. Ancak bugüne kadar hiçbiri somut olarak kanıtlanmadı, ikna edici delil ve belge konulamadı. Başta Hocaefendi olmak üzere Hizmet’e mensup yetkili sözcüler bunların tümünü reddettiler. Hizmet’e göre ta 2004’te hazırlanan “Cemaat’i bitirme” planı uygulanıyor. Medya ve başka kanallardan nefs-i müdafaa halinde Hizmet kendini savunuyor. Eğer “sahte delil ve belge üretilmeyecekse”, Hizmet’i suçlayanların elinde kalan tek delil Hizmet’e yakın medyanın süren muhalefeti, bağırması çağırmasıdır.

Ben söz konusu kavganın büyümemesi, Müslümanlar arasında tefrikaya yol açmaması için elimden geleni yaptım. Basiret sahibi olduğuna inandığım hocalar, yazarlar, kanaat önderleri “fitne ateşi” üzerine su ile gidip, ihtilafa İslam’ın emri “hakem sistemi”yle gidecek olsalardı mesele bu kadar büyümeyebilirdi. Yine de en büyük temennim bu badireyi ülke Müslümanları olarak en az hasarla atlatmamızdır.

Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı adayı olarak, Samsun 'da yaptığı konuşmada, “Bizi bırakıp gidiyor musun?” diyenlere, güven mesajları vermek ihtiyacını hissetti. Özellikle “paralel yapı” konusunda kararlı davranacağını, “inlerine” girme hedefinden vazgeçmeyeceğini ifade etti.

Adaylığının açıklandığı Ankara'daki ilk toplantıda da üç önemli hedefini açıklarken, ikinci sıraya “paralel yapıyla mücadele” yi koymuştu.

Bu mesele, insanların kafasını karıştırabiliyor. Gerçekten de “paralel yapı” nedir, neden Başbakan ve AK Parti açısından bu yapıyla mücadele bu kadar büyük önem taşıyor?

17/ 25 Aralık 2013 günlerindeki operasyonlar, bu konudaki asıl kırılma noktalarını oluşturuyor. O günlerde “Başbakan'ın işini bitiriyoruz” diyen bir örgütlenme harekete geçmişti. Gerçekten de Başbakan zor günler yaşadı, belki de hayatının en acayip günlerinden geçti.

Türkiye bir dönemeçteydi. O güne kadar bürokrasi ve derin güçlerle mücadelede Meclis'in egemenliğini bir ölçüde kabul ettirmiş bir birikim, bu operasyonlarla bir kez daha hedefe konulmuştu.

akşamı, bir TV programında yaptığım değerlendirmede, bunun net bir darbe girişimi olduğunu söylerken, geçmişte yaşadığımız deneylerden yola çıkmıştım. Seçimle gelmiş bir siyasi iktidar, güvenlik güçleri ve yargı içinde kuvvet biriktirmiş bir güç tarafından (uzun yıllara dayalı illlegal bir hazırlığın da sonucu olarak) yıkılmak isteniyordu.

HEDEF DEMOKRASİYDİ

O zaman da söylemiştim, şimdi daha net söylüyorum: Hedef alınan siyasi iktidarın kim olduğu, hangi hataları işlediği, siyasi zaafları, bu meselenin özünü oluşturmuyor. Belirleyici olan, “darbeci” lerin niyeti ve mücadele biçimleri. Elbette “darbe” de birçok farklı tanımı olan ve siyaset biliminde tartışılan bir kavram. Ama ben o gün yaptığım darbe saptamasının hala arkasındayım.

Yeni Şafak nev-i şahsına münhasır bir gazete. 28 Şubat'ın kara günlerinde hem direnmekle kalmamış, o zaman işlerinden olan liberal yazarlara da kucağını açmıştı. Sahipleri hapiste işkence görmüş ama darbeci iktidarla uzlaşmamış, tavırlarından geri adım atmamıştı. Gazete bu çizgisini hep korudu. Son sert dönemde de (pozisyonunu irrasyonel buldukları halde), İbrahim Karagül, Milliyet'ten kovulan Hasan Cemal'i gazeteye davet etmişti. Aynı günlerde Ahmet Altan sonrası Taraf'ı yönetiyordum ve Hasan Cemal'i ben de gazeteye davet etmiştim. Tabii bunların hiçbirisinin gündem olmadığını, yazılıp çizilmediğini hatırlatmak lazım. Karşıdan bu kadar haksız ithamlar geldiği halde, bu bilgilerin üzerine abanmayan terbiyeyi de önemsediğimi ifade etmek isterim.

Açıkçası İbrahim Karagül'ün müdürlüğünde gazete oldukça ciddi bir sıçrama yaptı. Nereye gitsem, bir Yeni Şafak yazarı olduğum için gazetem hakkında övgü dolu sözlerle karşılaşıyorum. Bunda en büyük pay dik duruşlu gazete sahipleri ve İbrahim Karagül yönetiminde özveriyle çalışan gazete emekçileridir. Ben de bir seneyi aşkındır bu gazetedeyim ve çok memnunum bu durumdan. Okuyucuların yoğun teveccühü, gazete ile hızla kurduğum manevi bağ, bir işveren-çalışan ilişkisinden çok öte anlamları ima ediyor. Aynı amaca ve derde sahip olmanın getirdiği, sentetik olarak oluşturulamayacak bir bağ bu ve gönül huzurunun yerini hiçbir şey tutmuyor. İnsanın bulunduğu yerden ötürü içinin rahat olmasından daha büyük bir lüks yoktur.

Bir ‘ yeni Türkiye’ dir gidiyor.

Özellikle Erdoğan’ın Çankaya adaylığının ilan edilmesinden beri yandaş medya her Allah’ın günü parlatıp duruyor.

Ne ola ki bu yeni Türkiye ?..

Twitter ’ın kapatıldığı Türkiye mi yeni?

Yoksa YouTube ’un yasaklandığı bir Türkiye mi?

Ya da sosyal medyayı baş belası diye tarif eden Başbakan’ın yönettiği bir Türkiye mi yeni?

Neymiş bu yeni Türkiye ?

Medyadaki Alo Fatih , Alo Mustafa hatları mı yeni Türkiye’ymiş?Başbakan’ın bir telefonla haber attırdığı bir Türkiye mi yoksa?

Ya da Başbakan’ın bir telefonla televizyon programı sansürlediği bir Türkiye mi yeni?

Televizyon programına hangi gazetecilerin katılacağını bile saptayan Başbakan’ın yönettiği bir Türkiye yeni olabilir mi?

Çankaya seçimlerine herkes ‘cumhurbaşkanlığına kim çıkacak?’ açısından bakıyor. Önemli mi? Elbette önemli…

Fakat CHP ile MHP’nin Ekmeleddin İhsanoğlu ’nu ortak aday olarak açıklamaları bence Çankaya seçimlerini cumhurbaşkanlığının ötesine taşıdı.

Mesele Erdoğan ya da İhsanoğlu ’nun kazanıp kazanmamasının da ötesine geçti…

Neden mi böyle düşünüyorum?

İzah edeyim…

Ben başından beri ilk turda her partinin kendi tabanını mobilize edecek ve oyları en yüksek noktaya çekebilecek adaylar seçmesinden yanaydım.

İlk turda çatı aday fikrini neden akılcı bulmadığımı defalarca yazdım.

Ama sonuçta CHP ve MHP İhsanoğlu isminde karar kıldı.

Şimdi kendi tabanlarını ikna etmek için yoğun bir uğraş içindeler.

Sonuç ne olur şimdiden bir şey söylemek zor.

Anketler İhsanoğlu ’nun 1 ay gibi kısa bir sürede en başta CHP ve MHP tabanını yanı sıra da ortada duran kararsızları ikna etmesi gerektiğini söylüyor.

Popüler İçerikler

Wanda Nara'nın Icardi'nin Mesajını İfşaladıktan Sonra L-Gante'yle Yaptığı Paylaşım Icardi Fanlarını Kızdırdı!
Türkiye'de 9.05'te Hayat Durdu! Atatürk'e Saygı Duruşu!
Yeni Sezonda TV Ekranları Fena Karıştı: 5 Dizinin Ertelendiği Sezonda 6 Dizi Şimdiden Final Yaptı!