Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş , iki hafta önce SBF Dekanı Yalçın Karatepe hakkında soruşturma başlattı.

Gerekçe:

İzinsiz görev yerini terk etmek…

Sanırsınız asker, nöbetçi kulübesini terk etmiş.

Dekanın savunması istenmiş.

Meğer, SBF Yönetim Kurulu’nun kararıyla atandığı Basın İlan Kurumu’nun genel kurul toplantısındaymış.

Gideceğini, 10 gün önceden rektörlüğe bildirmiş, hatta yerine vekil tayin etmiş. Vekâlete rektörlükten onay da gelmiş.

Bunun tartışması bitmeden, ikinci soruşturma geldi:

Bu kez suçlama; “görevini ihmal ederek terör örgütlerinin SBF’de hâkimiyet kurmasına fırsat vermek...”

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ortadoğu’daki yapay sınırlarla ilgili bir vizyonu olduğu bilinir.

Bundan yaklaşık iki yıl önce temmuzun son günlerinden birinde gazetelerin Ankara temsilcilerine iftar vermiş ve bu vesileyle Suriye krizi hakkında yaptığı uzun konuşmada Türkiye’ninkiler dahil Ortadoğu sınırlarının yanlışlığından bahsederken, başrollerini Kemal Sunal ve Metin Akpınar’ın paylaştıkları 1999 tarihli “Propaganda” filmini misal göstermişti. Propaganda’da güneydoğudaki hayali Hisli Hisar kasabasının tam ortasından geçen sınırın hayatları nasıl böldüğü mizah yoluyla eleştirilir.

Davutoğlu o iftar yemeğinde yanlış sınırlar hakkında şunları söylemişti:

“Sınırları propaganda filmine benzetiyorum. Kamışlı ve Musul birbirine ayrı düşer. Yanlış örülmüş duvarlar o sınırları belirlemiş. Saygı duyalım ama AB’deki sınırlar gibi önemsiz kılalım. Ekonomik ve kültürel sınırlar doğallaşmalı. (...) Ortadoğu puzzle’ını öyle bir çizelim ki daha küçük ölçeklere bölünmek değil de daha büyük ölçeklerde bir araya gelelim” (Kaynak: Fikret Bila’nın 31 Temmuz 2012 tarihli yazısı).

NEDEN?

Mütedeyyin kesimin kıymetli, toplumsal duyarlılığı yüksek edebiyatçılarından biri Cihan Aktaş. 2 Temmuz yani Sivas katliamının yıldönümünde, 4 yıl önce bir grup kadın olarak hazırladıkları bir metni Twitter’da paylaştı. Sivas Yasında Buluşan Kadınlar başlıklı metin şöyleydi: ‘Sünni Müslümanların, boyutları insan havsalasına sığmayan bir zulmün sorumlusu olarak gösterildiği bir dönemde; bu yüzden karşılaştığım suçlamalara isyan ederken, bir tür şok hali içinde o zulmü tanımlamakta ve sorgulamakta yeteri kadar sorumlu davranamadım. O yangın bana da değdi, dağladı beni. Eğer bugün 2 Temmuz'a dönebilme imkanım olsaydı, Madımak otelinin kapısında durup bedenimle bir duvar olmak isterdim... Şimdi bütün varlığımla bir daha hiçbir zulmetin kitleleri esir edemediği, kimsenin sevdiklerinden zamansız ve haksız koparılmadığı bir ülke hayal ediyorum. Ölümü değil, hayatı kucaklayan bir ülke.’ Bırakın olumlu karşılanmayı, bu metni paylaştıktan sonra hem Alevi hem de Sünni kesimden negatif tepkiler aldı Aktaş. Toplumsal olarak ne tür bir gerginliğe sürüklendiğimizi gösteren bu tepkileri ve dindar Sünni müslümanlar için Sivas katliamı nedir, konuştuk.

-Kısaca tarif edecek olursam, toplum olarak barışa ilişkin umutlarımızı tüketmeye yönelik bir katliam bu.

Kim derdi ki, 1994’te Tayyip Erdoğan’a verilen 2 altın bilezik, 20 yıl sonra, Rıza Sarraf’a ait Durak Döviz kanalıyla, yüzlerce kilo altın külçesine dönüşecek! Tabii bu yazdığım cümle, bir metafor… Kimsesizlerin kimi, çaresizlerin çaresi olarak iktidara gelenlerin hâlâ nasıl Rıza Sarraf’ın yanında durduklarını anlayamıyorum.

Mesele, usulsüzlüğe alet olan 18 gümrük memuru hakkında verilen takipsizlik kararıyla yeniden alevlendi. Valilik, kamu çalışanlarının soruşturulmasına müsaade etmeyince, savcılık da şüpheli memurların dosyasını kapattı.

Artık Türkiye’de yolsuzluklar ve usulsüzlükler olağan hale geldiği için konunun üzerinde pek fazla duran da yok. T24’ten Arzu Yıldız, altın soruşturmasının, bakanlar hakkındaki fezlekelere nasıl yansıdığını haberleştirdi. Özetleyerek sütunuma alıyorum:

1 Ocak 2013’te, Gana’dan hareket edip İstanbul Atatürk Havaalanı’na inen uçakta 1.5 ton altın vardı. Fakat evrakta 1.5 ton altın (1500 kilo) “doğal taş” olarak beyan edilmişti. Değeri 65 milyon dolardı. Gümrük memurları meseleyi fark etti, uçağa el koydu. Bunun üzerine Rıza Sarraf devreye girdi. Zafer Çağlayan’ın oğlu Kaan ile ilişki kuruldu. Bu münasebeti tespit eden ses kayıtları mevcut. Mesela Rıza Sarraf, “Acaba sorunu çözebilecek miyiz” diye soran ortağına, “Bakan beyi aradım daha ötesi var mı” cevabını veriyor.

Seküler kıyamet anlamın içinin boşalmasıdır.

Bu birden bire olmaz, kararlar alır ve o kararların bizim tahayyüllerimizdeki sonuçlara yol açacağını varsayarız. Devletler ve toplumlar da öyledir... Oysa o ne doğru sözdür ki hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir. Şimdi burada bir çelişki var gibi gözüküyorsa da, evet gerçekten var. Ama o kadar çelişkili değil sanki. Daha doğrusu çelişki adisyona dahil, ya da çelişkinin bizim yüklediğimiz anlamdan farklı bir işlevi olabilir. Kim bilir, belki o da anlamını alıp başını gitmiştir.

Anlam, rasyonalizm açısından baktığımızda, modern çağlarda daha karmaşık ve tuzaklı hale gelmiştir. Bireyin dil ve hayatla arasına gedikler girmiştir. Bunu ilk fark edenlerden değildi ama en iyi fark edenlerdendi Nietzsche. Rasyo-nalizm, görecelik ve perspektivizm kaosunun içine düşen Batı kimliği, organik cemaatin (Gemeinschaft) yerini kamu-bürokratik devletle (Gesellschaft) doldururken hayatın anlamının da içini boşalttığını, bunun ise büyük bir nostalji duygusu eşliğinde modern toplumu bunalıma düşürdüğünün farkındaydı. Alman faşizminin nedenlerinden birisi de, diğer hegemon devletlerin aksine, endüstri toplumuna geçişin çok hızlı yaşanması ve cemaatin bu hızın karşısında ümitsizliğe düşerek felç olmasıydı biraz da. Cemaatin kollarından hızla karmaşaya atılmış Alman toplumu, kendisini sıkıca kavrayan nasyonal sosyalizmde bir yurt bulduğunu düşünmüştü.

“Siyasal İslâm”, hiçbir zaman ve hiçbir yerde İslâmiyet’in siyasî esaslarını devlet ve iktidar katında uygulama çabası olarak tezahür etmedi.

Çünkü, bu iddialı “siyasî esaslar”, inancın uhrevî gücünü siyasete boca etmekten başka bir işe yaramadı. Mekanizma insanı aptal yerine koyacak kadar basit. Birinci adım: İslâmiyet hayatın bütün alanlarını, bu arada siyaset alanını da düzenler (Siyasal İslâm). İkinci adım, Müslüman olanlar bu esaslara göre davranmak, bu amaca hizmet eden siyasî organizasyona destek vermek zorundadır (Parti İslâmı); yoksa onların dini (bütün zamanların en veciz ifadesi ile) “patates dini” olur. Üçüncü adım, ilk iki adımın sonucu olarak biat edilecek siyasetçiye, siyasal İslâm’ın sorumluluğunu üstlenen lidere dair yetkinin çerçevesini belirler. Hiçbir çerçeve, yani kural veya sınır yoktur. Siyasî mücadele her daim bir zaruret hali içinde geçtiği için ve zaruretler de “memnu olanı mubah” kıldığı için, yola çıkış gerekçesi olan İslâm’ın siyasî esasları siyasetçiyi bağlamaz.

Bu anlattığım bir kurgu veya teori değil, bugün AK Parti iktidarının İslâmî meşruiyeti, Hayrettin Hoca’nın fetvalarında görüldüğü üzere bu basit muhakemeye dayanıyor. Müslüman iseniz, AK Parti iktidarına destek vermek zorundasınız; karşılığında bu iktidardan İslamî esaslara uymasını bekleme hakkınız da yok; çünkü hiç bitmeyecek bir zaruret hali mevcut.

Yanılmak…

Ve yanıldığını yazabilmek…

Kolay değildir.

Hele Türkiye gibi itiraf geleneği olmayan, ‘ özeleştiri ’den hiç hazzetmeyen bir ülkede hiç kolay değildir, yanıldığını yazabilmek…

Çünkü herkes, her zaman haklıdır bu ülkede.

Özellikle siyasetçisinden yazar çizerine bir ömür boyu hiç yanılmamış, hep haklı çıkmış insanlar yaşar bu topraklarda.

Oysa hayat böyle değildir.

İnsanlar yanılabilir.

İnsani bir şeydir yanılmak.

Ve yanılgıları içtenlikle belirtmek, kâğıda dökmek öğreticidir, aydınlatıcıdır.

'Üç konuda yanılmışım'

Başbakan Tayyip Erdoğan’dan sonra, bir diğer cumhurbaşkanı adayı, Ekmeleddin İhsanoğlu da seçimi 10 Ağustos’taki ilk turda alma hedefinde olduğunu açıkladı.

İhsanoğlu, İngilizce yayınlanan Hürriyet Daily News gazetesinden Barçın Yinanç ’a verdiği mülakatta, hedefini yüzde 55 olarak gösterdi.

Erdoğan 1 Temmuz’da adaylığını ilan konuşmasında zaten ilk tur hedefini de ilan etmişti. Samsun ’da 5 Temmuz’da yaptığı konuşmada ise 2010’da anayasa değişikliği halk oylamasındaki yüzde 58’i hatırlattı.

Aslında Erdoğan , cumhurbaşkanlığı seçimi ile 2010 halkoylaması arasında bir bilinçaltı bağı kurmakta haklı.

Çünkü Başbakan , cumhurbaşkanlığı seçimini bir tür rejim değişikliği adımı olarak görüyor; değişimin parlamenter demokrasiden başkanlık, ya da yarı başkanlık sistemine doğru olmasını istiyor.

Allah için bunu da gizlemiyor. Cumhurbaşkanı olursa anayasa değişikliği yoluyla getirme sözü verdiği sistemin şu özelliklerini açıkça söylüyor:

Önceki gün, “Kemal Bey CHP’nin başında kalamaz , gider” demiştim. Hayır, kâhin filan değilim.

Çok büyük bir laf ettiğimi, öngörülemez olanı öngördüğümü de düşünmüyorum.

Malumu ilam ediyorum sadece.

Ekmeleddin İhsanoğlu ’nun (Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle Ekmeloğlu ’nun) kaybetmesi durumunda, Kemal Kılıçdaroğlu ’nun genel başkanlığı sorgulanacaktır.

Ulusalcılar kazan kaldıracak, imzalar toplanacak, olağanüstü kurultay çağrıları yapılacak ve özlenen “kurultaylar süreci” başlayacaktır. (Kurultaylar sürecinde yeniden partiye kazandırılmış Mustafa Sarıgül ’ü adam pataklarken görecek miyiz? Tufan Türenç dostumuz çoraplı ayaklarıyla masanın üzerine fırlayıp “yaşa” diye alkış ve tempo tutacak mı? Gürsel Tekin ne olacak? “Ulan niye bir üniversite bitirmedik sanki?” diye hayıflanacak mı? Deniz Baykal , “Bakalım beni hatırlayacaklar mı?” bakışlarıyla klasik bilge adam görüntüsü verecek mi? Bütün bu soruların cevabı çok yakında...)

Esenboğa’dan havalanan uçak Erzurum’a indiğinde bizi serin bir hava karşıladı. Anadolu’da yaz sıcakları yaşanırken Palandöken’in gölgesindeki şehre bahar henüz geliyor. Evliya Çelebi ‘On bir ay yirmi dokuz gün kaldım, yazın geldiğini görmedim’ diyerek çetin kışa vurgu yapmasına rağmen dün çok sıcak bir hava vardı. Kavurucu güneşe ve oruca rağmen tarihi İstasyon meydanı doluydu.

Erzurum Türk siyasal hayatının sembol şehirlerinden biri. Bir anlamda Anadolu mayasını oluşturan ve ona karakter veren geleneği taşıyor. Dindar ve milliyetçi kimliğiyle bilinen şehir aynı zamanda Erdoğan’ın sert ifadelerle yüklendiği Gülen’in de memleketi.

Samsun’dan sonra Erzurum’un seçilmesinin tarihi anlamı var. Atatürk, Kuvayı Milliye hareketini bu güzergah üzerinden örgütleyip ulusal bağımsızlık mücadelesini verirken Erdoğan’da benzer bir metafor kullanıyor.

Erzurum’da görüştüğümüz Başbakan’ın kendinden emin bir tavrı vardı. Kampanya maratonunda, halkla konuşarak yeni dönemi dizayn edeceği anlaşılıyor. Erzurum’un milliyetçi asabiyesiyle Kürt sorunu ve çözüm sürecine, F.Gülen’in memleketi olması hasebiyle ise paralel yapıyla mücadeleye destek verdiği görüldü..

Popüler İçerikler

İstanbul Bağcılar ve Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Okullarda Yılbaşı Kutlamasını Yasakladı!
HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!