Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Musul’daki diplomatlarımız ve tır şoförlerinin kaçırılmasıyla, dünya kamuoyu bir anda IŞİD’i keşfetti!

Yüzleri kapalı, siyah bayraklı adamlar, ekranlarda derinlemesine analizler yerine çağdaş bir gulyabani hikâyesi gibi aktarılıyor. Oysa IŞİD, çok ürkütücü; ancak bir o kadar da tanıdık. Grup, aslında 2005’de Felluce’de başlayan Sünni isyanının Suriye’deki unsurlarla birleşmiş hali. İçinde Türk ve Kürt asıllı T.C. vatandaşları da var, Balkan kökenli ya da Avrupa pasaportlu Müslümanlar da... Üstelik iki yıldır da sınır bölgelerimizde hâkimiyet kurmuş durumda. İşte, IŞİD’le ilgili bilinmeyenler:

SÜNNİ İSYANI 2011’DE BAŞLADI Dünya kamuoyu Mısır ve Kuzey Afrika’da Arap Baharı’na odaklanmışken, aslında Irak’ta da bir cins kalkışma yaşanıyordu. 2011 yılında Bağdat’ın Kuzeyindeki Sünni Anbar eyaletinde Maliki rejiminin aşırı mezhepsel politikalarına karşı barışçıl gösteriler başladı. Maliki ülkeyi “kutuplaştırdıkça”, Sünniler muhalefet bayrağını yükseltti. 2011 yılında Anbar’da, aynı Tahrir Meydanı ya da Gezi gibi çadırlar, protesto yürüyüşleri, basın açıklamaları vardı. Ancak, Maliki yönetimi, bu isyanı yüzlerce kişinin ölümüne, binlercesine gözaltına alınmasına neden olan kanlı bir biçimde bastırdı. Irak’taki mevcut IŞİD rüzgârı, o isyanın bir uzantısı.

İşte Ahmet Davutoğlu’nun başaramamasının 5 temel nedeni:

-BİR: Davutoğlu, dünya sisteminin Ortadoğu’da AK Parti hükümetine alan açtığını, ilk dönemde elde ettiği başarıların da dünya sisteminin açtığı bu alan sayesinde gerçekleştiğini görmedi, göremedi ya da görmek istemedi.

-İKİ: Türkiye’nin gücüne göre politikalar üretmek yerine Türkiye’nin gücünün çok ötesinde politikalar üretti… Sonuçta “Göster gücünü” diye kendisine defalarca meydan okundu. Onunsa bu meydan okumalara karşı, “Kimse bizim gücümüzü test etmeye kalkmasın” dışında verecek bir cevabı yoktu.

-ÜÇ: Ortadoğu’nun teori kitaplarında durduğu gibi durmadığını anlayamadı. Tarihten bugüne “Ortadoğu’ya hükümran olacağım” diye harekete geçen nice koç yiğidin trajediyle biten maceralarından ibret almadı. Yeryüzünün en karmaşık, en

çatışmacı, en desise dolu, en tehlikeli, en provokatif bir coğrafyasıyla karşı karşıya olduğunu bilemedi.

-DÖRT: İlk döneminde “barışçıl ve müreffeh bir Ortadoğu” umudunun peşinden giderken… İkinci döneminde Ortadoğu’nun “oyun kurucusu” olmanın, “Ortadoğu’da benden habersiz yaprak bile kıpırdamayacak” hedefine ulaşmanın peşinden koştu. “Adil düzenci” iken inceden “İttihatçı” oldu.

-BEŞ: Geleneksel Türk dış politikasının yanlışlarına düşmemekle yetinmesi gerekirken geleneksel Türk dış politikasını darmadağın etti. Deneyimli diplomatlardan yararlanmadı. Diplomaside bazen geleneğe şiddetle ihtiyaç duyabileceğini kavrayamadı.

Verin bakalım kim yiyecek? Aslında bu yazının başlığını ‘Elin Neoconları bile daha insaflı’ olarak düşünmüştüm ama vazgeçtim.

Sebebini anlatayım.

Matthew J. Bryza’yı biliyorsunuzdur. Bizim Matyu. Zeyno Baran’ın kocası, Zafer Mutlu’nun da damadı. Metyu’nun Azerbaycan Büyükelçiliği’ne atanmasını ülkemiz medyası ‘Parlak Diplomat Bakü’de’ başlıklarıyla duyurmuştu. Hatırlayacaksınız.

Metyu, Irak Savaşı’nın beyin takımından Dick Cheney ve Donald Rumsfeld gibi Neoconların da içinde bulunduğu Jamestown Vakfı’nın yönetim kurulundaydı. Halen bu vakfın yönetiminde mi bilmiyorum. (Arkadaşımı arayıp soracağım.) Anlayacağınız Metyu ‘parlak’ olduğu kadar da Neocon.

Şimdi Matyu geçenlerde ‘bir analist’ olarak CNN Türk’te Nevşin Mengü’ye konuğu oldu. Nevşin Mengü, CHP’nin en şahin isimlerinden olan Şahin Mengü’nün kızı olsa da şahinliği babasını geçmiş durumda. Babası kendisiyle gurur duyuyor olabilir.

Türkiye’nin hem dış hem de iç politik gelişmeleri, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunun yapılacağı 10 Ağustos’a doğru tehlikeli bir çarpışma rotasına girmeye başladı.

İç ve dış politikada halihazırda yaşanmakta olan gelişmelerin ortak paydasındaysa Kürt meselesi bulunuyor.

İç politikada, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtlerin oynayabileceği kilit rol her geçen gün biraz daha belirginleşiyor.

Siyaset kulisinde Kürtlerin Cumhurbaşkanlığı seçiminde oynayabileceği rol için şöyle bir senaryo kurgulanıyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmak istediği sır değil.

Ama bunu halen açıklamıyor; bu da henüz bu adımı atmaya karar vermediği şeklinde yorumlanıyor.

Bu kararsızlık iki nedene bağlanıyor.

Birincisi, malum, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Emanetçi başbakan” rolünü kabul etmeyeceğini ilan edip kenara çekilmesiyle ortaya çıkan “ANAPlaşma”, yani AK Parti’nin (Erdoğan Çankaya’ya çıkarsa) Gül dışındaki bir isimle gerilemeye, çözülmeye başlayacağı ihtimali.

Türkiye hem içerde hem dışarda çok çetin sınavlardan geçiyor ve maalesef, hiçbir imtihandan alnının akıyla çıkamıyor.

Çünkü kafası karışık, ruhu yorgun. Böyle giderse, korkarım, başarısızlığın sonu gelmez ve bedelini bu ülkeye gönül veren herkes öder. Neden mi?

Türkiye’yi yönetenler aslî işlerini çoktan unutmuş görünüyor. Odaklanma problemi o kadar korkunç bir savrulmaya sebep olmuş ki, bugün üst üste gelen başarısızlığın sebebi anlaşılamadığı gibi, yarınki felaketin neticesi de idrak edilemiyor.

İşte IŞİD ile Türkiye’nin yaşadıkları! Tâ baştan bu tür örgütlere mesafe koyması, hatta kuşku ile bakması gereken Türk dış politikası, Suriye takıntısı yüzünden ilk düğmeyi yanlış ilikleyerek bugünkü duruma sebep oldu. Suriye’deki yönetimin 4 gün içinde devrilip gideceğini hesap edenler, 4 yılı aşan bir süre içinde kanlı Esed rejiminin daha da genişlediğini gördükçe stratejik hatalar yapmaya devam etti. Bir zamanlar küçümsenerek bakılan Beşşar Esed’in başta İran olmak üzere bölgedeki güçlü devletleri yanına alacağı ve zulmü tahkim edeceği hesaplanamadı. “Esed’i yıksın da kim olursa olsun” deyip ‘radikal İslamcı’ terör örgütleri ile girilen ilişkilerin bir gün bu ülkeyi zora sokacağı hesap edilmeliydi. Edilemedi! Zira, Türkiye Mavi Marmara’da 9 vatandaşımızın İsrail askeri tarafından şehid edilmesinde hesap hatası yaptığından beri soğukkanlılığını, kuşatıcılığını, derinliğini kaybetti. Bir türlü diplomatik manevralar yapamıyor.

'Alamancı' takımının gurbet dönüşü köy kahvelerinde, 'Emmi, adamlar bir yol yapmış var ya, süt dök yala şerefsizim...' şaşkınlığı çok eskilerde kaldı.

Lakin şu bizim aydın makulesinin Batı'da var olan veya yeni gelişen her düşünce akımı karşısındaki tavrı hiç değişmedi.

Hiçbir eleştiriye tabi tutmadan adeta tapındılar, secde ettiler.

Bundan olsa gerek 'bilimi' de ancak 'bilimselcilik' olarak temellük edebildiler.

En kalitelileri de Batılı filozofların (Adorno'nun ifadesiyle) 'düşünce memuru' olmaktan öteye geçemedi.

'Alamancılarda' hiç değilse bir şaşkınlık, bir apışıp kalma, bir hayret falan vardı.

Bunların tüm ameliyesi 'yükle ve taşı' faaliyetinden ibaret.

Bir tür 'nakliyecilik' yani.

E tabii 'TIR şoförleri'nden çok farklılar.

Zira hem çok tahripkârdırlar, hem de matine-suare 'benbenlik' taslarlar.

Bir hafta sabrettim. Daha ilk günden, hatta haber, ajans ekranlarına düştüğü andan itibaren yazabilirdim. Yine de bekledim.

Daha ilk günden yazsaydım tek cümle yetecekti. Bugün yazıyorum yine tek cümle yetiyor:

“Herif provokatörse yakalanmayacak; değilse anında yakalanacak…”

Yakalanmadı.

Sanırım anlaşılmıştır; Lice’de öldürülen gencin Diyarbakır’daki cenaze töreni sırasında 2. Hava Üssü Komutanlığı garnizonunun içindeki (Bir daha: İçindeki) direkten indirilen bayraktan söz ediyorum…

Hani hemen ardından milliyetçi, ulusalcı, ırkçı Türk medyasının histerik “milli çığlık”lar eşliğinde yeri göğü birbirine kattığı; Tokat başta olmak üzere pek çok kentte Kürtlere karşı linç girişimlerinin şaha kalktığı; bir zamanlar “milliyetçiliği ayağımızın altına attık” demeçleri vererek kostaklanan Başbakanın, Tokat’ta yiğitliklerini kalabalık olmaktan alan bira göbekli milliyetçi tosunları bütün yurttaşlara örnek gösterdiği; ”milli duyarlık” diye nitelediği linç eylemlerinin yayılmasını öğütlediği “ bayrak olayı ”ndan söz ediyorum…

2005 yılı Ağustos ayında, foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile Pakistan’a gittik. Amacımız 7 Temmuz günü Londra’da patlayan bombaların izini sürmekti. İlk görüştüğümüz kişilerden biri, 1981yılından beri bu ülkede yaşayan Filistin asıllı gazeteci Cemal İsmail idi. El Kaide yöneticileriyle birçok kez röportaj yapmış olan İsmail’in şu sözleri beni epey şaşırtmıştı: “Batı El Kaide ile veya onun destekçileriyle masaya oturmak zorunda kalacak.”

Şüphesiz geçen süre zarfında, dünyanın birçok köşesinde, farklı Batılı devletler şu ya da bu düzeyde El Kaide veya onun destekçileriyle bazı sorunlar hakkında görüşüp pazarlık etmişlerdir. Ama bunların hiçbirinin “masaya oturma” tanımını hak ettiği söylenemez. Ne var ki Musul’da yaşananlarla birlikte işin rengi değişiyor ve İsmail’in öngörüsü gerçekleşiyor gibi.

Dün, Musul Başkon- solos- luğu’ndaki 48 kişinin IŞİD tarafından rehin alınması ve Sünni Irak şehirlerinin birbiri ardına El Kaide türevi IŞİD’in eline geçmesinin Türkiye açısından bir felaket olarak görülmesi gerektiğini yazmıştım. Bu felaketin elle tutulur, gözle görülür ilk sonucu, Ankara’nın Suriye ve Irak’la ilgili siyasi iradesinin tutsaklar serbest kalana kadar IŞİD’in rehinesi haline gelmesidir.

Sadece Türkiye değil, Türkiye ile birlikte çalışmak zorunda olan NATO müttefikleri de, Ankara’nın telkin ve tutumlarını dikkate aldıkları nispette IŞİD’in rehinesi durumuna düşmüşlerdir.

Rehineliğin karinesi dünkü Sabah gazetesinin manşetindeydi.

Başlıkta “Sakın Musul’a harekat yapmayın” yazıyordu.

Sabah’a göre ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Musul’daki gelişmeler hususunda Başbakan Erdoğan’ı aramış, Erdoğan da Biden’a “Musul’daki vatandaşların can güvenliğini tehlikeye atacak her türlü girişim Türkiye’nin kırmızı çizgisidir. Ne ABD, ne de Irak hükümeti, bölgeye herhangi bir operasyon yapmasın” demiş.

Kaçan Irak ordusu Musul’da tam altı Black Hawk helikopter, çok sayıda Amerikan yardımı malzeme ve silahı IŞİD’e teslim etti. Bu arada IŞİD, Musul bankalarında bulunan yeni basılmış 500 milyar dinar ya da 430 milyon dolara el koydu. Anlayacağınız epeyce tehlikeli silah ve para IŞİD’in eline geçti.

Peki, IŞİD ne yapmak istiyor?

IŞİD’in amacı yeni bir İslam halifesi yaratmak. Bunun için Irak İslam Devleti ve Büyük Suriye adında bir devlet yapılanmasına coğrafya hazırlıyor . Tabii tek amaç bu mu pek belli değil. Çünkü IŞİD’in bütün eylemleri enerji arz güvenliğini bozuyor. Bu nedenle petrol fiyatları hızla yükseliyor .

Peki, bundan kim kazanıyor?

Petrol fiyatlarının yükselmesinden başta Rusya ve İran kazanıyor. Tabii bu arada petrol ticareti yapan Amerikan ve Avrupalı şirketler de kazançlarını hızla artırıyorlar.

Hemen petrol fiyatlarının hassasiyetine bir örnek verelim; Kürt bölgesindeki Taq Taq sahasından çıkarılan petrol Türkiye üzerinden kamyonlarla taşınarak gemilere yüklenip pazarlandı . Merkezi Irak ile satış yetkisi konusunda sorun yaşandığından pek alıcı çıkmadı bu petrole. Ama sonunda Rus Rostneft firması gemideki 41 bin ton hafif Kürt petrolünü satın aldı .

“Peki, niye satın aldı ” diyerek sorabilirsiniz.

Popüler İçerikler

"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı
Asgari Ücretin Açıklanmasından Sonra Cumhurbaşkanı’na Mesaj Atan Kadir İpek Gözaltına Alındı
Görüşme Esnasında Erkeğe Maddi Sorular Sorulmasını Destekleyen Kadın Tepkilerin Odağında