Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Yıllar ne çabuk geçiyor.

İsmi iddialıydı:

Tarihi Yaşarken Yakalamak!

Kitabın arka kapağına şunları yazmıştım:

Tarihi, kendisini oluşturan somut olayların cereyan ettiği zaman dilimlerinde yakalamak olanaksızdır.

Çünkü tarih biraz da akıp giden zamanın gelecekteki öyküsüdür.

Bu satırları nerede okuduğumu, kimin yazdığını anımsamıyorum.

Bir kenara not etmişim.

Yazı masamın çekmecelerini karıştırırken yeniden bulunca sevindim.

Bir kâğıt parçasının bir köşesine özensiz biçimde çiziktirilmiş bu satırlardan etkilendiğim anlaşılıyor.

Tarihi yaşarken yakalayabilsek, ne güzel olurdu.

Ama olanaksız diye de kaderciliğe saplanacak değiliz.

Çünkü tarihten ders çıkarmak da var.

İlle de yaşayarak öğrenmek gerekmiyor.

Gezi Parkı Ruhu, Türkiye’de bir yıl önce dünyaya geldi: 

Onu doğurtan güç, tarihin, tüm insanlığın, toplumsal evrimin durdurulamaz birikimiydi...

Şimdi yine tarihin, insanlığın, toplumsal evrimin kucağında, bütün baskılara, zulümlere karşı, büyüyor, gelişiyor!

Gezi Parkı Ruhu yeşildir, doğadır, çevredir... 

İktidar ise, beton, AVM, yağma ve rant!

Gezi Parkı Ruhu özgürlüktür... 

İktidar ise baskı, korku ve zulüm!

Gezi Parkı Ruhu demokrasidir... 

İktidar ise otoriter, totaliter bir kibir!

Gezi Parkı Ruhu çoğulculuktur... 

İktidar ise üniformalı bir tek tipçilik!

Gezi Parkı Ruhu dayanışmadır... 

İktidar ise bencil bir tekelcilik!

EĞER “Gezi”...

Hükümetin ve hükümet yanlılarının iddia ettikleri gibi...

-Bazı karanlık odakların sinsice planladıkları bir olay olsaydı.

-Almanya’nın, Amerika’nın ajanları tarafından organize edilseydi.

-Marjinal örgütlerin çağrılarıyla gerçekleşseydi.

-CHP’nin yönlendirmesiyle vücut bulsaydı.

-Dış mihrakların işi olsaydı.

-Arkasında küresel lordlar, baronlar falan bulunsaydı.

Karanlık odakların, ajanların, marjinal örgütlerin, CHP’nin, dış mihrakların, lordların, baronların falan “bugün Gezi’nin yıldönümüdür” diyerek yeni bir “Gezi isyanı” daha patlatmalarının önünde kim durabilirdi ki?

Oysa “Gezi”...

O vicdansız ve zalim şafak baskınının vicdanlarda açtığı derin hasar sonucu gerçekleşen...

-Kendiliğinden bir patlamaydı.

-Hesapsız bir parlamaydı.

-Plansız bir ayağa kalkıştı.

-Yeter artık diyen bir haykırıştı.

Rize’de belediye ekipleri kaçak büfeyi yıkmaya gelmiş, büfe sahibi isyan etmiş.

Meğer “kefen” giyerek Tayyip Erdoğan’ın mitingine katılmış, büfenin her yerini Tayyip Erdoğan posterleriyle donatmış. O nedenle... “Başbakanımıza kefeniyle destek veren adama bunu yapamazlar, kapısında İslam sancağı tabelasıyla başbakanımızın fotoğrafı olan bir mekânı hangi güç yıkabilir” diye haykırmış.

Eskiden gecekondu sahipleri, yıkım ekiplerini durdurmak için, ellerinde Türk bayraklarıyla çatıya çıkar, İstiklal Marşı filan söylerdi. Şimdi, kefen giyiliyor demek ki.

E aklınızda bulunsun bari...

Evleri yıkmaya mı geldiler?

Mahallece dozerin karşısına dikilin.

Dombıra’yı söyleyin.

Sayacı mıknatısla durdurup, kaçak elektrik kullanırken mi yakalandınız?

Dert etmeyin sakın.

Direğe tırmanın.

Rabia işareti yapın.

Açık söyleyeyim, bu işin suyu çıktı...

Diyarbakır’da çocukları PKK tarafından dağa kaldırılan annelerin sayısı 40’a ulaştı... PKK kendisine siyasi alanda rakip gördüğü Hak-Par’ın Dicle ilçe başkanını da kaçırdı... Sınırın öte tarafında, İŞİD, Halep’in Kürt köylerine baskın yapıp 300 kişiyi kaçırdı... Nijerya’da Boko Haram örgütünün elinde kaçırdığı 200’den fazla genç kız ve çocuk olduğu biliniyor... 

Kaçıran kaçırana...

Herhalde dikkat etmişsinizdir: Elinde silâh olan silâhsız birilerini kaçırıyor...

Geçmişte de böyleydi: 1980’ler ve 1990’larda elinde devletin verdiği silâhlar bulunan birileri ‘PKK’lı’ olduğu için insanları kaçırırdı. Kiminin cesedi bir süre sonra bulunurdu; kaçırılanlardan bugüne kadar âkıbetinden haber alınamayanlar da çok...

Gezinin yıldönümü geliyor. Neler yazmışım, neler söylemişim diye eski defterleri şöyle bir kurcaladım. Dün ne yazmışsam, bugün aynı noktada durduğumu gördüm. O günlerde de, Başbakan’ın kutuplaştırıcı üslûbunu, “Çoğunluk biziz, istediğimizi yaparız” tavrını eleştirmişim. Bugün de hem sütunumda hem de CNN Türk’teki Dört Bir Taraf’ta, arkadaşlara “milli irade, temsil ve çoğulculuk nedir”bunu öğretmeye çalışıyorum.  Ayrıca, “17 Aralık’tan sonra ne oldu da birden döndün; Cemaat’in elinde kasetlerin mi var” diye soranlara, -tenkitlerimin çok önce başladığını gösteren bu yazılar- cevap teşkil edecek.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama yerimiz yetmeyeceği için sınırlı tutuyorum.

*1 Haziran 2013

Başbakan’ın Gezi Parkı’yla ilgili açıklamalarına bakıyorum... Aynı eda, aynı tavır. Diyor ki: “Ne yaparsanız yapın karar verdik; orada tarihi ihya edeceğiz.”

Gezi'den bu yana içteki tutumu Erdoğan'ı dışta yıprattı.

Evet, Almanya Başbakanı Angela Merkel Başbakan Tayyip Erdoğan’a Köln mitingi öncesi randevu vermedi. Ama bir gazeteye demeç verdi 'Sorunlarınızı ülkeme taşımayın' mealinde. Bir başka gazete ‘Hoş gelmedin’ diye başlık attı.

Evet, ABD Başkanı Barack Obama Erdoğan’a 19 Şubat telefon konuşmasının Fethullah Gülen ile ilgili bölümünü Türk kamuoyuna olduğundan fazla yansıttığı için bozuk atıyor. Daha önce, Suriye ve Mısır nedeniyle altı ay telefonla konuşmamıştı.

Evet, Obama Soma faciası nedeniyle Erdoğan’ı değil, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü aradı sadece taziye için.

Çünkü Erdoğan’ın –bu günlerde birinci yılını idrak ettiğimiz- Gezi protestolarından bu yana kendi insanına reva gördüğü muamele, Türkiye’nin üyesi olmak istediği Avrupa Birliği’nde ve ona AB için, NATO için kefil olan ABD’de yönetimi rahatsız ediyor.

Halkın bilincinin ülkenin yönünü belirlediği bu zamanda, akla ziyan gelişmelere de sahne oluyor bu topraklar...

Anadolu'dan İstanbul'a gelmiş, esnaflıktan holding patronluğuna yükselmiş, sahip olduğu varlıkları milyar dolarlarla ölçülen bir girişimciyi düşünün...

Bu girişimci Türkiye'deki olayların gelişimine uyum gösterdiği ve devletle asla karşı karşıya gelmediği için, şimdiki noktaya geldiğinin bilincindedir... Seçilmiş iktidarlar varken demokrasi ile askeri yönetimler varken de otoriter yapı ile arasını iyi tutmuştur. Döviz krizleri yaşanırken koruma duvarları arkasında büyümüş, Özal sonrasında da dünyaya açılmıştır...

Kısacası bu örnek girişimcinin en değerli varlığı, zamana uyum gösterebilen aklıdır...

Ve şimdi bu başarılı girişimcinin çocuklarının Türkiye'nin yarınını 'Gezi Ruhu'nda aramalarını, acaba babalarının aklı kabul eder mi?

Salı akşamı Avusturya’nın başkenti Viyana’da, Halk Kütüphanesi’nin salonunda düzenlenen toplantıda, son bir yılda yaşanan Gezi direnişi, 17 Aralık süreci, 30 Mart yerel seçimleri gibi kritik olaylardan hareketle Türkiye’de siyasi hayatı tartıştık. Tabii ki izleyicilerden gelen ilk sorulardan biri 'Başbakan Erdoğan diktatör mü?' oldu.

Bu soruyu bekliyordum çünkü içerde ve dışarda AKP iktidarını eleştirenlerin ciddi bir bölümü, bir süredir Erdoğan’ı diktatör olarak tasvir ediyorlar. O da her vesileyle kendisine diktatör denildiğini hatırlatıp öyle olmadığını göstermeye yönelik açıklamalar yapıyor.

Bu tutumu onun diktatör olarak tanımlanmaktan çok da fazla şikayetçi olmadığını (en azından bana) düşündürtüyor. Çünkü bir siyasi lideri diktatör olarak tanımladığınızda ona epey bir güç atfetmiş ve onun her geçen gün varolan gücünü daha da artırdığını söylemiş oluyorsunuz. Halbuki Erdoğan için tam tersi bir durumun söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle ona diktatör sıfatının yakıştırılır olduğu şu son bir yılda Erdoğan gücüne güç katmıyor, güç kaybının önüne geçmeye, varolan gücünü korumaya çalışıyor ve bunu yaparken de çok ama çok zorlanıyor.

Justinianus Aya Sofya’nın resmî açılış töreninde, gördüğü görkemli manzara karşısında coşmuş, “Aştım seni, Süleyman!’ diye peygamber ve Kral Süleyman’a seslenmişti. Altınca yüzyılda, dünyanın bu bölgesinde “Süleyman’ın tapınağı” efsanesi anlatılırdı. Bina çoktan yok olup gitmişti (“Ağlama Duvarı” dışında) ama efsanesi yerindeydi. Onun için Justinianus bir karşılaştırma yapmak isteyince, aklına ondan görkemlisi gelmiyordu.

Ama gerçekten aşmıştı. Bunca yüzyıldan sonra, hâlâ ayakta Aya Sofya. Hâlâ insanın başını döndürüyor.

Osmanlı mimarisi yabana atılmaz. Mimarlık örgütlenmesi de. Sinan müthiş bir adamdır.

Ama, bin yıl sonra, Sinan dahi bazı bakımlardan Aya Sofya’yı aşamadı.

Mimarlıkta “her şey” demek değil ama nicelikler önemlidir. Aya Sofya’nın kubbesi (birtakım kazalar geçirdiği için tam yuvarlak değildir) 31 ile 33 metre çapındadır. Bu kocaman kubbe yerden 56 metre yüksekte durur. Ağırlığı yüzden fazla sütuna dağıtılmıştır.

Popüler İçerikler

Askerlerine Cinsel Saldırıda Bulunan Komutana 38 Yıl 70 Ay Hapis Cezası Verildi
Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
RTÜK Başkanı'ndan Gündüz Kuşağı Programlarına Son İkaz: "Toptan Yok Ederiz!"