Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Mısır’da darbeci General Abdülfettah El-Sisi, ülkesindeki enerji açığına karşı her eve enerji tasarrufu ampul yakılmasını emretmiş.

Sisi, her diktatör gibi, Devlet’e, hatta Yüce Devlet’e ve o yüce devletin vatandaşa karşı “severim de döverim de” tavrıyla yaklaşması gerektiğine inanan bir lider. Bireyi değil devleti kutsuyor. Ampul meselesini de şansa bırakmaya niyeti yok. Mısır’da yayınlanan bir röportajda “İnsanların kendi iradelerine bırakmaya niyetim yok” demiş. Yani gerekirse, devlet görevlileri gelip evdeki ampulleri değiştirecek.

Malum, Sisi pek yakında Mısır’da cumhurbaşkanı seçilecek. Televizyonlar, sürekli onun konuşmalarını, reklamlarını, röportajlarını veriyor. Dediklerine göre, fena konuşmacı değilmiş. Yıllar yılı orduda görev yaptığı için, aslında Mısır’ın yönetici elitinden. Seçkinlerden. Ama her lider adayı gibi, o da seçim kampanyasında yıllardır iktidar nimetlerini kullandığını gizliyor, çok mütevazı bir aileden geldiğini, sıradan biri olduğunu, fakirlikten çıktığını anlatıyormuş. Yerseniz.

Ama Mısır halkı yiyor gibi. Daha doğrusu, başka seçenekleri yok.

Almanya dönüşü Başbakan'la uçakta sohbet ediyorduk.

Uçak inişe geçmiş İstanbul üzerinde süzülüyordu. Ama biz Almanya programını ve paralel yapıyı konuşuyorduk.

Sözü Cumhurbaşkanlığı seçimine getirip, Erdoğan'ın aday olup olmayacağı yönünde bir sinyal alabilmek umuduyla, 'Haberlerimizin başlığını, Başbakan Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasını Almanya'dan başlattı diye attık' dedik.

İlgi duydu. Bu fırsattan yararlanarak, 'İstişarelerinizi tamamladınız mı, adayınızı ne zaman açıklayacaksınız?' diye sorduk.

'Almanya'da görüştüğüm STK'lar bizimle de istişare etmeyecek misiniz diye soruyorlar' dedi. Sonra devam etti.

'İstişareleri tamamlamadım. Önümüzdeki hafta STK'larla görüşeceğim. Yurtdışındaki STK'larımızla da görüşeceğim.'

Okmeydanı Cemevi’nin önünü yıkamışlar artık. Tam temizlenmemiş. Memleketlisinin cenazesindeyken polisin gerçek mermisiyle vurulup da ölen Uğur Kurt’un kanı savcıyı o kadar uzun beklemiş ki, taş emmiş sanki. Bize yaşadığımız yeri gösteren pas renginde bir harita gibi duruyor şimdi; baktıkça kayboluyorsunuz.

Kanlar içinde yana yatmış başka bir erkeğin görüntüsü daha kazındı zihinlere, pas rengi bir harita daha. Başta adını bilmiyorduk, şimdi ne biliyoruz diye düşünüyorum. Kurt’un öldüğü gece çıkan olaylarda yaralanan, yoğun bakımdan sağ çıkamayan Giresunlu Ayhan Yılmaz hakkında ne biliyoruz?

Adını bilmeyen az tarif edince çıkarıyor, kiminin zaten Ayhan Abisi, bizim Ayhan’ı. İyiliğini anlatıyorlar, sessizliğini, içinde başka bir dünyada yaşayışını. Çocuklarla, gençlerle arası hoş. Akıl sağlığı yerinde değilmiş. Gazeteci sorularına gönülsüz akrabaları bunun da çok dillenmesini istemiyor. Hatta hiçbir şey konuşmayalım istiyorlar sanki. Abisi ‘Hasta değildi’ diyor, ‘saflıkları vardı sadece.’ Akıl zayıfladığında ortaya çıkana saflık diyorduk gerçekten, ne büyük laf.

Eğer Aleviler kendilerini mağdur, ötekileştirilmiş, mazlum, dışlanmış, dövülmüş, sürülmüş, öldürülmüş hissediyorsa...

Bil ki bunun nedeni sensin.

Çünkü sen, politikacıların Alevileri dışlayan söz ve tutumları karşısında bir tavır koymuyorsun.

Bırak tavır koymayı, safını hemen Sünni çoğunluktan yana seçiyorsun.

Sen böyle yapınca...

“Oyum düşmesin, yükselsin” dışında hiçbir endişe taşımayan politikacılar, Alevileri gayet bilinçli bir şekilde kenara itiyorlar.

Yani politikacı senin tutumundan cesaret alıyor.

- Bir kez esaslı bir şekilde itiraz etsen...

-

Bir kez “Biz çoğunluğumuza dayanarak başörtüsü sorunumuzu çözdük, onlar

azınlık oldukları için mi sorunları çözülmüyor” diye sorsan...

- Bir kez Alevileri dışlayan politikaları ve politikacıları cezalandırsan...

- Bir kez “Versene kardeşim şu insanların cemevi hakkını” desen...

- Bir kez “Niye Allah’ın rahmetini esirgiyorsun ki bu insanlardan” desen...

Bu ülkede hiçbir politikacı, Alevileri dışlamaya cüret etmez, edemez.

SOMA faciasına dair çok şey okuduk; insan hikâyeleri, madencilerin hali, iş güvenliğindeki ihmaller, yanlışlar, terslikler.

Ancak hepsini alt alta sıralayınca bunun sadece yürekleri dağlayan bir

kaza’ olmadığını, bir ilçe halkının yaşamına nasıl kilit vurulduğunu ve

kısa vadede bir çıkış olmadığını görüyoruz.

Çok belli ki Soma’yı yara bandı kurtarmaz. Daha büyük bir şey, misal organ nakli lazım.

Oradaki sistemi değiştirmedikçe insanların çaresizliği baki kalacak.

Etrafta

çok bilgi dolaştı. Benim en çok güvendiğim, yıllardır iş cinayetleri

konusunda ailelerle hukuk mücadelesi veren Adalet Arayanlara Destek

Grubu. Verdikleri bilgiler, durumun vahametini anlatmaya yetiyor.

Üzerine söz söylemeye gerek yok:

Verimli topraklar madene mahkûm

edilmiş. 100 bin nüfuslu Soma’da nüfusun yüzde 70’i madenden ekmeğini

yiyor. İnsan hayatını tehlikeye sokabilecek her şey denenerek işçiler

çalıştırılıyor. İşçiler ekip başlarına zimmetlenmiş. Ekip başının

inisiyatifine mahkûm, yevmiyesinin kesilmesine mahkûm.

“Madende

Suriyeliler var mı?” sorusu yersiz. Soma’da yaşayanlar zaten Türkiye’nin

Suriyelileri. Biçare, madende çalışmaktan başka seçeneği olmayan

insanlar. O madende çalışmazsa aç. Öleceklerini bilerek gidiyorlar o

işe.

Birileri Türkiye’de diktatörlükten bahsediyor. Olsa, şunlar mı olurdu;

Ülkede iktidardan yana olmayanların üzerine korku mu salınıyor? İktidarın istediği gibi davranmayan bürokratlar açığa mı alınıyor? Hâkim, savcıların görev yeri mi değiştiriliyor? Güvenlik güçlerinin silahları, kimlikleri, yetkileri ellerinden mi alınıyor?

Asla...

İnsan hakları hiçe mi sayılıyor? Sosyal medyada paylaşımlarda bulunanlar sorgu ya mı çekiliyor? Mahkemeye mi veriliyor? Anayasal gösteri ve protesto hakkını kullananların üzerine gaz bombaları mı atılıyor?

Asla...

Protestocularının kafasına, gözüne mermi mi sıkılıyor? Polisler eylemcileri bir köşede sıkıştırıp, dövüp, öldürüp yol kenarına mı atıyor? Bir kısım medya “ arkadaşları dövmüştür ”, “ yanındakiler vurmuştur ” gibi haberler mi yapıyor?

Geçenlerde kadim bir dosta rastladım. Mesleğin içinde. İktidara elinden geldiğince destek veriyor. Laf lafı açınca ona da son günlerde herkese sorduğum bir soruyu yönelttim:

Türkiye nereye gidiyor? Durdu, şaşırdı. “Dünyayı tanıyan, değişik ülkeleri ve rejimlerini yakından bilen birisi olarak öngörünü dürüstçe söyle lütfen.” dedim. Düşündü, taşındı, terledi. “Maalesef iyi bir yere gitmiyor...” deyiverdi. Aslında daha net, daha somut bir karşılık bekliyordum. Zira karşımdaki kişi, dünya sistemlerini bilen, o sistemlerin arızalarını yerinde görmüş birisiydi. Üzülerek, sıkılarak hükmünü verdi: “Maalesef dünyanın pek çok ülkesinde gördüğüme benzeyen ‘tek adam’ ve ‘tek parti’nin hükümran olduğu ve keyfîliğin toplumu parçaladığı bir noktaya doğru bir gidiş söz konusu...”

Kalbimin tam orta yerine kavurucu bir ateşin düştüğünü hissettim. ‘Kazanma kuşağında kaybetme’ bu olsa gerekti! Karşımdaki, AK Parti’ye tâ baştan beri destek veren değerli birisiydi. Parti’ye ya da lidere karşı art niyetinin olması düşünülemezdi. Ve gidişatın kötü olduğunu, demokrasiden uzaklaşıldığını, özgür dünyadan koparıldığını dünya tecrübesiyle görüyordu.

Bir gazeteci eline geçen belgeleri yayınlamak gibi en temel bir görevini yerine getirdiği için, o ülkede savcılar çocuk tecavüzcülerine bile istemedikleri 52 yıl gibi bir cezayı istemişlerse, yani gazetecilik yapmanın kendisi en ağır suç haline gelmişse, o ülkedeki rejime ne denir?

Bir ülkenin başbakanı evine ekmek götürürken polis tarafından öldürülen 15 yaşındaki Berkin Elvan için “ölmüştür gitmiştir, işi gücü bırakıp tören mi düzenleyeceğiz” dedikten hemen sonra Mavi Marmara baskınında öldürülen Uğur Süleyman’ın evini ziyaret edip bizzat kendisi Kuran okuyorsa yaptığına ne denir?

Bir ülkenin başbakanı Almanya’da miting düzenleyip kendisini ülkesindeki tek mağdur olarak sunduktan hemen sonra, Fransa’da Altın Palmiye alan Nuri Bilge Ceylan ödülünü Soma’da ve son bir yılda ölen gençlere adıyorsa ve o ölümlerin hemen hepsi hükumetin kastı veya ihmallerinin yol açtığı olaylar yüzünden meydana gelmişse, bu dünyalar arasındaki uçuruma ne ad verilir?

Yakın tarihe kadar uluslararası hukukta ve diplomaside ' Başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmemek ' denilen bir ilke vardı... Gerçi güçlü olanlar için bu ilke geçerli değildi ama lafta da olsa, bu ilkeye saygı duyuluyor gibi davranılırdı...

Neticede 2'nci Dünya Savaşı patlayana kadar, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere tüm ülkeler Almanya'daki Yahudi soykırımını bu ülkenin ' İç işi ' olarak görmediler mi? Ya da bugün bile Suriye'deki katliam ' Beşar Esad rejiminin iç işi ' olarak görülmüyor mu?

Ama dünyaya açık bir demokratik ülke için artık ayıplı ve hukuk dışı gelişmelerin ' Bu bizim iç işimiz ' gerekçesiyle savunulması mümkün değil. Hele Türkiye gibi, hem Avrupa Konseyi'ne üyeyseniz, hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ni üst yargı organı olarak kabul etmişseniz, hem de Avrupa Birliği'ne üye adayı olmuşsanız, siyasetiniz de, hukukunuz da, büyük gözaltında bulunuyor demektir. Avrupalı ecnebiler

Ancak burada bir ince ve önemli ayrıntı var...

Başbakan Erdoğan’ın, geçen hafta Ford Otosan’ın Yeniköy Fabrikası açılışınakatılması, Koç Grubu ile arasındaki “buzların eridiği” şeklinde yorumlandı.

“Gezi” sürecinde, grup bünyesindeki Divan Oteli’nin, yaralanan göstericilereaçılması, Başbakan’ın sert tepkisine yol açmış; peşi sıra sadece grubun değil, Türkiye’nin de en değerli şirketi olarak kabul edilen Tüpraş’a başlatılan operasyon, baskın, inceleme ve nihayetinde ağır parasal yaptırımlar bugüne dek uzanan bir tartışmayı başlatmıştı. 

Maliye’nin geçen temmuz ayında polis eşliğinde yaptığı baskının yanı sıra; Rekabet Kurulu da “hâkim durumu kötüye kullandığı” gerekçesiyle Tüpraş’a 412 milyon TL ceza vermişti.

Halka açık bir şirket olan Tüpraş’ın yönetimi, iki gün önce cezanın dörtte üçü olan 309 milyon TL’yi ödediğini duyurdu.

Popüler İçerikler

Icardi'nin A Milli Takım Forması Giymesi İçin CİMER'e Başvuruda Bulunuldu!
Arkeolog Muazzez İlmiye Çığ 110 Yaşında Yaşamını Yitirdi
Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı