Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Çirkinlikte yarış kıyasıya devam ediyor. ‘Böylesi bir yarışın kazananı olmaz’ demeyin sakın, işin bu yanı ne kazanmanın peşinde oldukları, olduğunuz, olduğumuz! Nitekim,Türkiye’nin tüm yarışmacıları gözünü birinciliğe dikmiş, olmadı ikincilik, olmadı üçüncülük, en azından teselli mükafatı. Belki biz de ‘vicdan ödülü’ peşindeyizdir, ne dersiniz?

Başta iktidar önde gidiyordu, asıl peşinde olduğu ‘büyük ödül’ yolunda ayağına takılabilecek her şeyi örtbas etmek için çok ama çok çirkinleşmek gerekti, gereği yapıldı. Bir yandan ‘kaza’ , ‘kader’ , ‘şehitlik’ , diğer yandan tekme, tokat, gözaltı…

Sonunda bir rezaletten bir kahramanlık destanı bile çıktı. Bakan bey, üç gün aynı gömleği giymiş, ne büyük bir fedakarlık! Hem sanki her gün değiştirdikleri gömlekler temizmiş gibi. Gözü kara, vicdanı kara, aklı kara, fikri kara iktidarlarının kiri, değil gömleklerine, derilerine bile kazınmamış gibi.

SOMA’daki kaza nedeniyle suçlananlar arasında “sendika” da var. Yerinde bir suçlama.

Sendika, işçilerin haklarını aramak, korumak, geliştirmek için var olmalı.

Ama burada görüyoruz ki sendika bu görevlerini yerine getirmemiş. Taşeron sistemiyle mücadele edememiş, işçilerin güvensiz bir ortamda çalışmalarını ilk fark edecek ve itiraz edecek bir kurum olması gerekirken, bunu yapamamış.

Oysa bu işleri takip etmek, yetkilileri uyarmak, uyarılarına kulak asılmıyorsa eylemler, direnişlerle kamuoyunun dikkatini bu konuya çekmek sendikanın işi olmalıydı.

Ama Türkiye’de yaşadığımızı da unutmayalım.

Bizim gibi memleketlerde, kötü sendika, iyi sendikayı kovar!

Bunu işçiler öylesini tercih ettikleri için değil, devlet otoritesi ve kanunlar “kötü sendikayı” koruduğu için yapabilir.

Bir an için tersini düşünelim ve Soma’daki sendikanın gerçek bir sınıf bilinciyle hareket ettiğini, işçilerin haklarını korumak için çabaladığını, gerektiğinde grevler ve eylemlerle direnerek işçilerin hakkını aradığını varsayalım.

O sendika yöneticilerinin başına gelmeyen şey kalmazdı. İlk darbe işverenden gelirdi. Böyle bir sendikanın o bölgede örgütlenmesini önlemek için her türlü yolu denerdi.

Sendika yöneticileri, sendikaya üye olmaya kalkışanlar işlerini kaybederlerdi.

Haklarını aramak için mahkemeye gitseler, bu haklarını yeniden elde edebilmeleri için yıllar geçerdi.

“Güvenlik sağlanana kadar çalışmıyoruz” deseler, yaptıkları eylem “yasadışı grev” ilan edilir, madene inmeyi reddedenler işlerinden atılırlardı.

Soma’nın yarattığı infialin ardından ‘nükleer enerji’ tamlaması iki türlü göründü medyada. İlki ‘ilkel’ kömüre karşı artık nükleer enerjiye dair tereddüdün kalmaması gerektiğini söyleyenlerden geldi. İkincisiyse ‘bu kafayla’ diye özetleyebileceğim, Türkiye’nin bu iş güvenliği işçi sağlığı anlayışı, denetim mekanizması, mesleki ve siyasi sorumluluk bilinciyle nasıl nükleer santralları kotaracağı yönündeydi. Katliamın, siyasi iktidar ve de özel sektörün ihmallerinin büyüklüğü yüzünden ikinci endişeli yaklaşımın ağırlıkta olduğunu söyleyebilirim. Nükleer enerjinin ‘fıtratını’ ve kaza halinde sonuçlarını akla getirmeyen var mı gerçekten, bilhassa 13 Mayıs’ın ardından? Gerçi üzerinden beş-altı gün geçmişken Mersin Akkuyu ve henüz imza atılmamış Sinop’tan sonra bakanlığın üçüncü santral yer tespit çalışmalarına başladığına, hatta soğutma maliyetini düşürmek için üçüncüsü için de Sinop’u düşündüğüne dair haberler de çıktı.

Soma faciasında tepeden tırnağa herkesin sorumluluğu var. Şahsen ben, gazeteci olarak sorumluluğumu kabul ediyorum. Taşeronlaşmanın sakıncaları, işçi güvenliği, çalışma şartları ve maden ocakları gibi konular üzerinde durmadım. Bana cezamı kesin; kınayın, azarlayın...

Gün, herkesin vicdan muhasebesi yapma günüdür. Enerji Bakanı Taner Yıldız, BUGÜN Gazetesi’nden Seda Şimşek’e verdiği demeçte, vatandaşın beklediği gibi konuşmuş. Öfke yok, tekme yok, tokat yok: “Buradaki kusur tartışılmaz. Bunu söylemekten çekinmemeliyiz. ‘Bizim kusurumuz yok’ deyip, üstünü örtemeyiz. Hepimiz sorumluyuz. Bir siyasi sorumlu aranıyorsa ben o sorumluluğu üstleniyorum. Bundan kaçamayız.”

Geçen yıl bugün Gezi patlak vermemişti. Sonuncusunun adı Berkin Elvan olan ve birçoğu çocuk yaşta ve tümü de Alevi olan insanlar hayatını kaybetmemişlerdi.

Soma’da 301 işçinin kaybının sarsıntısı devam ediyor. Dahası her geçen gün ortaya çıkan yeni bilgiler sayesinde, 301 kişinin affedilmez ihmaller ve hatalar yüzünden öldüğü öğreniliyor.

Bu arada, 'Başbakan Müşaviri'nin gaddar tekmelerine hedef olarak o unutulmaz fotoğrafa konu olan kişinin adı sanı belli oldu. Bir 'provokatör' değil, Somalı bir 'maden işçisi' olduğu ortaya çıktı.

Gezi’nin yıldönümüne birkaç gün kaldı. Soma öfkesi dağılmamış haldeyken iktidar, yeni gösterilerden dehşetli korkuyor. Bu da biliniyor.

Peki, İstanbul’da dün Uğur Kurt isimli vatandaşımız başından niçin kurşunlandı?

Bu, bir 'provokasyon' mu, yoksa AKP iktidarının Gezi’den bu yana sık sık sergilediği 'zalim' tavrın devamı mı?

Tarih boyunca hiçbir diktatör “Ben diktatörüm” demedi.

Ama “Ben diktatör olsam, ortalık böyle mi olurdu” diyen mahcuplar oldu.

Seçimle gelmesi, diktatörün diktatörlüğüne mani değildir.

Çoğu öyle gelmiştir zaten...

Diktatörü diktatör yapan, nasıl geldiği değil, nasıl yönettiğidir.

Kuvvetler ayrılığına sırt çevirmesidir mesela...

Bütün gücü, iktidarı, karar yetkisini kendi elinde toplamasıdır.

Muhaliflerini hukuk dışı yollarla ortadan kaldırmasıdır.

Adı üstünde; kimin ne yapması, ne yapmaması gerektiğini bizzat “dikte” etmesidir.

Bu tanıma bakınca Erdoğan kendisine “diktatör” diyenleri eleştirmekte haklı.

Diktatör olsa, “3 çocuk yapılacak”, “Kürtaj suç sayılacak”, “İçki, sigara içilmeyecek”, “Kızlı erkekli evlerde kalınmayacak”, “Bu heykel olmamış, yıkılacak”, “Siz ne derseniz deyin, bu parkın yerine kışla yapılacak” der, kestirir atardı.

O da diyor ama şimdilik buna gücü yetmiyor.

Memlekette hâlâ onu dinlemeyip 1-2 çocukta kalanlar var.

İçki satan dükkânlara, içkili restoranlara ceza kestiriyor; kızlı erkekli kalınan evleri bastırıyor.

Geçen cuma yayımlanan ve Soma faciasını konu eden son yazımı şöyle noktalamıştım: “ Bugüne kadar her krizi fırsata çevirmeyi başaran Erdoğan’ın ‘faiz lobisi’ veya ‘paralel’ edebiyatıyla bu kez sıyrılması zor görünüyor. ”

Ankara’da çeşitli siyasetçiler, diplomatlar ve akademisyenlerle geçirdiğim bir kaç gün, olaya farklı bakmamı sağladı: Soma bir dönüm noktası olmayacak. En fazla bir aşınma noktası olacak. Başbakan 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasını nasıl atlattıysa 301 cana mezar olan Soma’yı da bir iki sıyrıkla atlatacak.

Yabancı bir diplomat durumu şu sözlerle özetliyor: “ Güçlü liderleri seven Türk halkı Erdoğan’ı bir baba figürü olarak görüyor. Babalar hem döver hem de sever. Yani ‘dövmek’ Erdoğan’ın kitlelerle kurduğu ilişkinin ‘fıtratında’ var. Bir de tabii düşmanlar yaratarak muktedirken mağdur pozisyonundaymış algısını yerleştirmek de var. ”

Ağaç her yerde var dere de... Önemli olan buradaki ağaçların buradaki derelerin sularıyla yıkanıyor olmasıdır. Bu, 'haslık kokusu'dur.

Şöyle denebilir: Her toplum eninde sonunda, kendi kültüründen yola çıkan, evrensel olanla alışveriş içerisinde bir modernlik, bir varoluş projesi üretir.

Bu durum bize toplumların yaşamında sürekliliğin kaçınılmaz olduğunu anlatır. Toplumların ana kuralı olan değişimin böyle bir süreklilik çerçevesinde vücuda geldiğini vurgular.

Süreklilik, toplumsal değişimin mayasını oluşturan en önemli unsurun, toplumsal farklılıklar arasındaki rekabet, çatışmanın hakemi ve düzenleyicisidir.

Sürekliliğe meydan okuyan her gelişme, her siyasi kopuş, toplumlarda, düzenleyicisi, hakemi bulunmayan, şiddetli ve doku bozucu sarsıntılar yaratır.

Türkiye yıllarca bu sarsıntılara mahkum oldu, yıllarca bu sancıyı hissetti...

Herkes gibi benim de kendi mesleğime dönük hayallerim vardı.

Hâlâ da yok değil.

Bu hayallerin bazıları gerçekleşti, bazıları gerçekleşmedi.

Derin hayal kırıklıkları da yaşadım, mutluluktan uçtuğum zamanlar da oldu.

Ama bugün bir gazeteci olarak medyanın, medya-siyaset ilişkilerinin içinde bulunduğu hallere bakınca...

Hiç de mutlu değilim.

Aklıma hep aynı sorular takılıyor:

Gazetecilikte beklediğim yarınlar artık  gelmeyecek mi?..

Mesleğime ilişkin o güzel günlerin özlemi içinde mi göç edeceğim bir başka diyara?..

Dün kaldığımız yerden başlayalım. Erdoğan, bu haftaki grup konuşmasını Soma Faciası’na ayırmış, halkın duygularına tercüman olmuştu. “Milletin birbirine çok daha farklı kenetlendiğini, acıyı yüreğinde hissettiğini, acının paylaşılarak azalacağı gerçeğinden hareketle Soma için seferber olduğunu” anlatırken, keskin hitabetine ve acıklı ses tonuna eşlik eden duygulara katılmamak mümkün değildi.

Sonra? “77 milyonun kardeşçe paylaştığı acı” içinden bir ayrık otunu gözümüze soktu. “Pensilvanya’daki örgüt liderini bir elebaşı gibi değil, haşa bir mehdi, mesih gibi gören...bir ahlaksız çıkıyor”, “’Ocaklarına ateş düşsün’ dedi ya, zavallı şükrediyor. Liderinin o bedduasının tuttuğunu, o bedduanın da Soma’da masum madencileri bulduğuna inanıyor.” Hedefte Ali Ünal var, ama Başbakan’ın elindeki kocaman satır bir genelleme ile Cemaat’in üzerine iniyor: “Yazıklar olsun, bırakın milleti, bu toprakları, bu dine yaptığınız ahlaksızca saldırıdan dolayı yazıklar olsun.” Ali Ünal’ın söylemediği sözler üzerinden hedefe yerleştirilenlere bakın. İyi mi? Çektikleri üzüntünün üzerine, bu sözlere muhatap olanların yerine koyun kendinizi ve şu soruyu sorun. Evet, acılar farklı kesimler tarafından araçsallaştırıldı. Allah aşkına Başbakan’ın şu sözleri gibi Soma’daki acının ucuzlatıldığı, basit bir siyasî öfke ve kin malzemesine dönüştüğü, yerlerde süründüğü bir laf duydunuz mu?

Popüler İçerikler

Mehmet Şimşek Meclis’te Sunum Yaptı: “Ülkemizde Vergi Yükü Yüksek Değil”
"Bana Bilmediğim Bir Şey Söyle" Akımına Gelen Tıkanan Muhabbeti Açmalık Bilgiler
İzmir'de 5 Küçük Kardeşin Öldüğü Yangın Faciası: Bakanlık, Aileyi 18 Kez Ziyaret Etmiş!