Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, insanların nasıl öldüğüne bakın” der Albert Camus...

20 yaşındaki Berna, Adapazarı’ndaki evinin salonunda annesiyle oturuyordu.

Birden dışarıdan silah sesleri geldi. Pencereye çıktığı sırada bir kurşun alnına saplandı.

Berna oracıkta can verdi.

Silahı sıkan, 37 yaşında bir magandaydı.

Siteye arabasıyla dalıp “Ben dayıyım, ben katilim” diye rastgele ateş etmeye başlamıştı.

O kurşunlardan biriydi Berna’ya saplanan... Adamı yakaladılar.

Emniyet’te gazeteciler, “Pişman mısın” diye sordu. Maganda, Soma’dan hatırladığımız bir cevap verdi:

“Kazayla olan bir şey... Takdiri ilahi...”

Soma faciasının üç sorumlusu var: Maden sahibi Soma Holding, çalışma koşullarını ve madencilik faaliyetlerini düzenleyen ve kontrol eden AK Parti hükümeti ve Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden İşçileri Sendikası.

İlk ve en önemli sorumlu Soma Holding’in patronu. Taşeron yok dediği halde taşerona yetki verdiği için. Güvenlik önlemleri almadan işçi çalıştırdığı için. Kaza anında işçi hayatını koruyacak koruyucu tedbirleri aldırmadığı için. Gözünü kâr hırsı bürümüş bir şekilde insanları çılgın gibi çalıştırıp, aşırı sömürüyü norm haline getirmeyi bırakın, insanları buna şükrettirdiği için.

Ancak benim öfkem patrona değil. Patronun iyi niyeti, çoluğuna çocuğunadır. Kontrol etmeyin, oyuncak fabrikasında bile ölümlü iş kazası olur. Patronun hırsını dizginleyecek tek şey örgütlü emek mücadelesidir. Soma’da iki büyük maden var. Soma AŞ ve İmbat AŞ. Bu şirketlerin madenlerinde çalışan işçilerin tamamı Türkiye Maden İşçileri Sendikası üyesi.

Madencilerin yaşam odası yoktu.

Hepsini katlettiler.

Benim de yok yaşam odam.

Ama, deprem çadırım var.

Ortalık karardığında, içinde cılız mum ışığı yanan, hüzün abajurum*

Aslına

bakarsanız, elbette başımızı sokacak bi dört duvarımız var ama,

ruhumdaki hüzün abajurumda yaşarım ben... Sığınırım her felaket

anında... Bazen, bedenimizi ezmek isteyen iftira depremleri vardır

dışarda, bazen, zihnimizi savurmak isteyen yalanlardan fırtına...

Kapanırım hep ona.

Afetler, verdikleri acıların karşılığında kendimizi tanımak gibi paha biçilmez bir armağan sunar bize.

Hatalarımızla yüzleşebilirsek kötüyü iyiye dönüştürebiliriz. Hastalıklı bir kader algısına sığınıp sorumluluğumuzdan kaçmak ise şerri katmerlendirir. Değişmez kuraldır; yöneticilerle yönetilenler arasındaki ezeli gerilim felaket günlerinde tırmanır. Taraflar haklarına şahin, yükümlülüklerine güvercin kesilirler. Toplumsal kaos en aklı başında bireyleri bile kara deliklere çeker.

Maden işçileri adına işvereni, sendikayı ve hükümeti haklı olarak sorgulamakta yarışıyoruz. Fakat bizi fıtratımızla tanıştıracak sahici yaşam odalarının peşine düşmüyoruz. Yeraltının yaşam odaları beslenme, barınma ve iletişim imkânı sağlayarak kurtulma ümidini canlı tutuyor. Yerüstünde bunlar zaten var diye sanıyoruz ki güvendeyiz. Oysa bize asıl nefes aldıran ilkeler ve değerlerimiz. Onları sağlam kurmak ve kendimize ait o özel odayı sürekli denetlemek durumundayız. İşin bu boyutunu ihmal edince, vücudumuz bütün görünse de içten içe yanıyoruz. Hayatın zehirli gazları bilincimize sızıyor, benliğin tabanı kayıp, tavanı çöküyor.

Birinci yılı yaklaşırken, iktidar partisinin ve destekçilerinin, özellikle de Başbakan Erdoğan’ın Gezi direnişine nasıl baktığı konusunda iki zıt değerlendirme dikkat çekiyor:

Birinci grupta Erdoğan’ın galip çıktığını, çünkü ilk günlerdeki bocalamanın ardından durumu kendi lehine çevirdiğini, Gezi sayesinde bir yandan kendi kitle tabanında safları sıklaştırırken diğer yandan da tabanı genişlettiğini savunanlar yer alıyor. Dolayısıyla bu düşüncede olanlar, Erdoğan’ın Gezi’nin hiç bitmemesini, düşük ölçekli de olsa sürekli gündemde kalmasını tercih ettiğini ileri sürüyorlar.

Benim de içinde yer aldığım ikinci gruptakilerse, kısa vadede çok somut kazanımlar elde edememiş olsa da Gezi direnişinin Erdoğan ve iktidarının kırılganlığını ilk kez alenileştirdiğini, sırf bu nedenle bile olsa kazanmış sayılabileceğini düşünüyorlar. Ki bu kadarla kalmadığı da ortada: Gezi ve onun Türkiye üzerinde salınan ruhu siyasi iktidar ve destekçilerini sürekli tedirgin ediyor; her türlü itiraz ve protestonun ardından o ruhun yeniden ortaya çıkıp topluma hâkim olacağı endişesiyle yaşıyorlar.

301 işçimizi kaybettik.

Olan şu:

Bizi iki taraftan birine ait kılmak istiyorlar.

  • Bir taraf “İnşallah bu olaydan hükümeti düşürecek durum çıkar” diye inlerken, bir taraf “İnşallah bu işçi ölüleri biricik hükümetimize zeval vermez” diye

    inliyor.
  • Bir taraf ölü sayısını arttırmaya çalışırken, bir taraf ölü sayısını azaltmaya  çalışıyor.
  • Bir taraf bu büyük trajediyi bir türlü elde edemediği siyasi başarı için fırsat olarak görürken, bir taraf bu büyük trajedinin partilerinin oylarını milim etkilememesi için çırpınıyor.
  • Bir taraf işçi ölümleri Erdoğan nefretini arttırsın diye uğraşırken, bir taraf işçi

    ölümlerine rağmen Erdoğan sevgisi azalmasın diye uğraşıyor.

Hiç kimsenin işine karışmaya niyetim yok. Hele soldaki ya da –nedense- kendini sol olarak tanımlayan partilere, örgütlere, hareketlere öğüt vermek gibi bir niyetim asla yok. Haddim de değil.

Ama ortaya dileyenlerin tartışabileceği bir soru atmaya hakkım olsa gerek.

Soru pek yalın:

Taksim meydanında, Gezi alanında, İstiklal Caddesinde bildik, Gezi Direnişinden bu yana bir kaç kez daha yaşanmış olayların yinelenmesi, Soma’dan yaralı, hatta ağır yaralı çıktığını düşündüğüm Tayyip Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı adaylığına giden yolda elini mi güçlendirir, yoksa Soma’daki itibar kaybını daha da mı derinleştirir?..

Recep Tayyip Erdoğan'ı devirmek için, Gezi'de ağaçlardan,

Yılmaz Özdil bunun için, AKP'ye oy verdikleri için müstahaktırlar dedi.

Yazgülü Aldoğan, ölümlerle alay edip, 'Niyazi' ilan etti.

Gezi'de, CHP'li Adnan Keskin, gençlerin başının taşla ezildiği yalanını uydurmuştu.

CHP'li Hüseyin Aygün, Esat'ın kimyasal gazla katlettiği Suriyeli çocuklarının görüntüsünü Gezi'de katledilenler diye dolaşıma sokmuştu.

Yerel seçimlere giderken Suriyelilere oy kullandıracaklar diye kıyamet koparan Gürsel Tekin'di.

Soma'da madende ölen ve aralarında çocukların da bulunduğu Suriyelilerin üzerine beton döküldü yalanını uyduran da aynı zihniyetti.

Soma Kömür Madeni faciası için Meclis araştırması açılacak. Bu araştırmanın konusu sadece madenle sınırlı kalmamalı müstakil bir Araştırma Komisyonu, Yeşil Portakal isimli markette olup bitenleri de teferruatlı bir biçimde soruşturmalı. Bu kadar önemli kayıplar sonrası, Somalılar'ın hükümeti protesto etmesi, Başbakan'a 'yuh' çekmesi doğal. Yuhalamaları onayladığım için böyle yazmıyorum ama insani bir tepkinin söz konusu olduğunu görmek gerekir.

Gazetecilere önemli bir görev düşüyor. Vereceğim tüyoya göre hareket etsinler. Sadece görüntülere bakmakla yetinmesinler, Yeşil Portakal marketinde tokat olayına şahit olanlarla da görüşsünler. Başbakan, karşı kaldırımda arabasından iniyor, o inince protestolar artıyor. Yeşil Portakal'a doğru yöneliyor. O sırada, kır saçlı bir adamın yanına gidip, 'Başbakan'a yuh çekeni tokatlarlar' dediğini duyuyoruz. Görgü şahitleri, korumalar engellemese, o adamın da tokadı yiyebileceğini söylüyor. Tayyip Erdoğan, öfkesini alamadığı için bir başka kişinin peşine düşüyor. Mavi gömlekli Taner Kuruca...

Türk siyasi tarihindeki ana akım lardan birisi milletle, milletin değer ve tercihleriyle mücadeleyi esas alan, otoriter devlet anlayışını kutsayan bir anlayışa sahiptir. Hakim ideoloji ve onun ürettiği seçkinci kesim ‘demokrasi tehlikesi’ diye bir yaklaşıma sahiptir, siyasi mücadeleyi demokrasi içinde söz sahibi olmak için değil milletin iradesinin söz sahibi olmasını engellemek için verirler. Onlar için asıl tehlike milletin tüm tercihleri ve değerleriyle ülkenin geleceğine yön vermesidir. Darbeler ve vesayet düzenlemeleri hep iktidarı ve ülke yönetimini millet iradesinden kaçırmak içindir. Demokrasinin kazanımlarını hep bir kayıp, zayiat ve taviz olarak algılarlar. Ne dindarları severler, ne Kürtlerden veya Alevilerden hoşlanırlar. Hepsi kurdukları düzen için bir ‘defect’ veya ‘virüs’ tür. Jakobenler öyle bir düzen tasavvuruna sahiptir ki, milleti karantinada tutulması ve sisteme bulaştırılmaması gereken bir ayrıntı olarak görürler. Milletin demokrasi marifetiyle yönetimde söz sahibi olmasını sisteme enjekte edilen bir enfeksiyon gibi algılarlar.

Popüler İçerikler

Almanya’daki Saldırıyı Kim Yaptı? Noel Pazarı Saldırganının Kimliği ve Röportajı Ortaya Çıktı
Kızılcık Şerbeti'nin Görkem'i Özge Özacar'dan Pembe'nin Osmanlı Tokadına Yanıt
151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı