Gazetelerin köşe yazarları bugün neler yazdılar, gündemi nasıl gördüler? İşte günün öne çıkan köşe yazarları...
Gazetelerin köşe yazarları bugün neler yazdılar, gündemi nasıl gördüler? İşte günün öne çıkan köşe yazarları...
Başbakan Erdoğan’ın son demeci gerçekten bomba.
'Cadı avıysa cadı avı yapacağız' sözleri son zamanlarda sadece Türkiye siyasetine değil dünya literatürüne geçecek kadar önemli. Bugüne kadar bu iki kelimeyi bu kadar açık ve net kullanan bir siyasi lideri sadece Türkiye’de değil dünyada da görmedik. Başbakan Erdoğan’ın sözlerini okuyunca benim aklıma ilk gelen ‘Lost in Transtlation’ adındaki film oldu. Sofia Capolla’nın bu filminde bir film yıldızının Tokyo’da bambaşka bir dünyada bambaşka bir dilde kaybolup gidişini izleriz. Kavramlar, değerler, yaşam tarzları en az konuşulan dil kadar yabancıdır.
Başbakan’ın ağzından sıradan bir şekilde dökülen ‘cadı avı’nın o filmi hatırlatmasının nedeni artık bazı kavramların kendisine Japonca bir kelime kadar yabancılaştığından kaynaklanıyor.
Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu cumhurbaşkanı adaylığı düşünüyorsa, “Bunun üzerinde biraz daha düşünsün” derim. CHP ile MHP arasında sağlanacak mutabakatla belirleneceğe benzeyen cumhurbaşkanı adayının belirgin özelliği ‘ortak’ değil ‘çatı’ ile irtibatlı olacak gibi...
MHP liderinin seslendirdiği özellikleri baskın olacak bir aday yani...
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu “Ortak aday ile halkın karşısına çıkalım” teklifini yaptığında, MHP lideri Devlet Bahçeli derhal “Olmaz” tepkisini vermişti. Arada ne yaşandıysa yaşandı, MHP lideri “Çatı adayı olabi lir” deyince, CHP lideri derhal “Varız” cevabını verdi.
‘Ortak aday’ ile ‘çatı adayı’ arasındaki en önemli fark, özellikleri... Devlet Bahçeli ‘çatı adayı’ için şu özellikleri saydı: Milliyetçi olacak... Muhafazakâr olacak... Manevi yönü bulunacak (yani ‘dindar’ olacak)... Bir özelliği de, ‘Cumhuriyet’in değerlerini içine sindirmiş’ lâik ve demokrat biri olması...
Kemal Kılıçdaroğlu ’nun “Varız” dediği işte böyle bir aday...
Başbakan, hafta sonu Afyon kampında partisinin milletvekillerine ayar çekiyor: “Susanı tarih affetmeyecek” diyor ve tabiatıyla kendisinin de “affetmeyeceğini” ekliyor.
Konu ‘paralel yapı’ olduğuna göre, ‘susanlar’, liderlerinin ‘cadı avı’na iştirak etmeyenler. Üslup oldukça kişisel ve duygusal. “Bana, aileme, arkadaşlarıma, davalarıma saldırıldığında susanlar olabilir ama onlara diyorum ki...” Susanlar kimler? Erdoğan’ın kendisine, ailesine, arkadaşlarına ve ‘davalarına’ sahip çıkmayıp geride duranlar. “Cadı avıysa cadı avı”; Erdoğan’ın pervası yok. “Evet biz bu cadı avını yapacağız” derken yanında olmayanlar. Daha kötüsü var. Suç, şecaat anında ortalığa dökülüyor. “Arkadaşlar eğer bu ülkeye ihanet edenlerin bir görevden alınıp bir başka göreve atanması cadı avıysa...” açıklamasından ne anlamamız lâzım? Görev yerleri değiştirilen on bini aşkın polis başta olmak üzere, yolsuzluk soruşturmalarını durdurabilmek için tayin edilen herkes hem ‘cadı’ hem de ‘vatan haini’. ‘Susanlar’ için sorun bitmiyor. Adam vatan haini ise neden başka göreve atıyorsun? Kuralım Kızılay’a sehpaları, sallandıralım gitsin...
Demokrasinin bir yönetim şekli olarak ilk kez 2500
yıl önce Atina’da dillendirildiği söylenir. O dönemde yönetime bütün
yurttaşların katılabileceği “agora”larda ilan edilirdi. Tüm yurttaşlar bu bağlamda bir araya gelir, ülke yönetimi hakkında söz söyleme hakkını kullanırdı.
İlk
bakışta herkesin yönetime katıldığı sanısını veren bu anlayışın öyle
bir yurttaş tarifi vardı ki, kentin en çok yüzde 5’i bu tanıma girerdi.
Deyim yerindeyse demokrasinin ilk dillendirildiği günlerde toplumun siyaset yapma hakkı yüzde 5’i geçmiyordu.
Başbakan’ın her kızdığı kişiye, “Cüppeni çıkar, siyasete gir”, “Elbiseni çıkar, siyasete gir”, “Önlüğünü çıkar, siyasete gir” diye
çıkışması, bizi 2500 yıl öncesine götürdü. O dönemde hiç değilse
nüfusun yüzde 5’i ülke yönetimine katılabiliyordu. Bugün ise Başbakan’ın
mantığına göre toplumun sadece ülke yönetimini onaylama hakkı var.
DANIŞTAY’ın 146’ncı yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törende konuşan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Başbakan Erdoğan’ın tepkisine maruz kaldı. Erdoğan’ın tepkisinin bu kadar sert olması gerekir miydi tartışılabilir. Fakat konuşmanın başlı başına sorunlu olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Danıştay Başkanı’nın 25 dakikalık konuşmasına karşılık Feyzioğlu 1 saat konuştu. O kadar çok konu başlığı açtı ki ben bunları 1 saate sığdırabilmesine bile şaşırdım. İndirim sezonuna denk gelmiş ikoncanın alışveriş sepeti neyse, Feyzioğlu’nun konuşma metni de oydu. Her bulduğunu sepete atmıştı. Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nden bahsetti. Engellilerin sorunlarından bahsetti. 1 Mayıs ve Taksim geriliminden bahsetti.
Sis perdesi aralanıyor, gerçek fotoğraf ortaya çıkıyor.
AK Parti iktidarının imkanlarından en fazla yararlanan Cemaat, AK Parti'ye karşı neden darbe girişiminde bulundu sorusunun yanıtı yeni yeni ortaya çıkıyor.
Başka sorularımız da olmuştu.
17 Aralık operasyonunun dumanı tüterken, Cemaat, AK Parti hükümetini düşürme, Recep Tayyip Erdoğan'ı devirme ihalesini neye karşılık aldı diye sormuştuk.
AK Parti iktidarından önce kaç bakanınız vardı, şimdi kaç bakanınız var
AK Parti iktidarından önce kaç üniversiteniz vardı şimdi kaç üniversiteniz var
AK Parti iktidarından önce kaç valiniz vardı şimdi kaç valiniz var diye sormuştuk.
Bu soruları uzatmak mümkündü.
Ancak orada 12 yıllık AK Parti iktidarı süresince, TUSKON'undan medyaya, bürokrasiden, bankasına kadar en az 15 kat büyüyen Cemaat, bindiği dalı niye kesiyordu?
Aslında esip gürleyen, öfkelenen, herkese parmak sallayan, bürokratları acımasızca oraya buraya atayan, yargısız infaz yapan kendisi. Ama bir bakıyorsunuz, 'mağduriyet' zırhına bürünüyor. Bunda çok başarılı: Büyük kitleleri kolayca kandırabiliyor.
Referansı Menderes... 'Birileri kürsülere çıkıp konuşurken kendilerini Yassıada savcısı, bizi Yassıada sanığı gibi görmesin. İsmet İnönü'nün dediği gibi 'Sizi ben bile kurtaramam' diye tehdit ettiği bir Meclis yok artık. Herkes haddini, konumunu, hududunu bilecek. Siz, babalarınız, dedeleriniz gibi çarpık yolda ilerlemek isteyebilirsiniz. Dedeleriniz gibi siyasete parmak sallamak isteyebilirsiniz. Ama biz şanlı ecdadımızın şanlı yolunu izleyeceğiz. Karşınızda merhum Menderes'in akıbetiyle korkutulan sinen başbakan ve bakanlar yok... Seçilmişlere artık kibirle parmak sallama döneminiz bitti. O dedelerinizin işiydi bitti.'
Başbakan haklı: Atanmışların seçilmişler üzerindeki tahakkümü son bulmalı… “Eski Türkiye”deki gibi öyle apoletine, cüppesine güvenen, halkın oyuyla seçilmiş vekillere, başvekillere ayar verememeli.. Ben bunu desteklerim desteklemeye de…
Fiiliyattaki manzara bunun tam tersi: AK Parti kampında Başbakan’ın “Kahrolsun atanmışlar” başlıklı atarını dinleyenlerin tümü atanmışlardan oluşuyordu. Başbakan seçim öncesi odasına kapanmış ve önünde yazılı isimlerin üzerine “Bu iyi çocuktur, olsun; bu aksidir, olmasın” diye artı-eksi koymuştu. Onlar da milletvekili olmuştu.
Ya “atanmış” olmakla suçlanan Türkiye Barolar Birliği Başkanı? Asıl seçilmiş olan o…
Bundan tam 20 yıl önce, 1994’ün haziran ayında, Almanya’nın başkenti Berlin’de “Kürdistan Sorunu ve İslami Çözüm” başlıklı iki günlük bir toplantının son gününü izleme fırsatım olmuştu. PKK’nın yan kuruluşu “Kürdistan İslam Hareketi” tarafından bir düğün salonunda yapılan toplantıya Abdülmelik Fırat, Altan Tan, İslami çizgideki Kürtçe Nubihar dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Sabah Kara, DEP’li Milletvekili Nizamettin Toğuç, Abdurrahman Dürre, PKK’nın Avrupa’daki üst düzey yöneticilerinden Mustafa Karasu gibi isimler katılmıştı.
Abdullah Öcalan toplantıya kendi sesinden özel mesaj yollamıştı. Şu sözler onundu: “Kemalizm, birçok saygın din âliminin de belirttiği gibi Deccal rejimidir (Deccal: Kıyametten önce ortaya çıkacak, Hazreti İsa’nın öldüreceği yalancı ve zararlı kişi. Yalancı peygamber), onunla işbirliği yapan Müslümanlar münafık, hatta kâfirdir.”
Öcalan konuşmasında sık sık “gerçek İslam”ı ve “İslam enternasyonalizmi” adını verdiği ümmetçiliği övdü. “Gerçek dindarları” PKK’yla “ortak savaşıma”, en azından PKK’ya “karşı çıkmamaya” çağırdı ve şöyle konuştu:
“PKK’nın getirdiği açıklık kesinlikle İslamidir. Bugün PKK savaşçılarıyla gerçek İslam mücahitleri arasında sadece kelime farklılığı vardır, yoksa ikisinin de özü aynıdır. Bugün bizim yürüttüğümüz mücadele İslam’ın ortaya çıktığı zamanlardaki mücadele kadar önemlidir. Bizim mücadelemiz sonucunda bütün Müslümanların özlediği Asr-ı Saadet’e (Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemi) yakın bir biçim ortaya çıkabilir. Orta Doğu’da Kürt sorununu çözmek, ‘Kürdistan’ı İslam enternasyonalizminin beşiği yapmak’ anlamına gelir. Biz İslam’a en yakın hareketiz. İslam’ın gerçekleştirilmesinde iddialıyız. İslami kurtuluşun bu çerçevede gerçekleşeceğine eminiz.”
Dün Semih gördüğü o vahşeti tek tek anlattı. Yaşadığı o anı anlatırken benim kanım dondu. Ali İsmail’i sokak arasında kıstırmışlar.
Defalarca dövmüşler. Çocuk bayılmış, kaçmaya kalkmış. Bu defa o fırıncı çıkıyor sahneye. Esnaf demeye dilim varmıyor. Çünkü insan değil. Ali İsmail kaçarken çelme takmış. Sonra o tuzakçı polis çullanmış üzerine. Coplar, tekmeler, yumruklar, sopalar…
Bu sırada Semih dehşet içinde olanları izliyor. Ali İsmail son bir hamleyle kaçmak istemiş. Hayır… Bu defa polis S.K. çökmüş üzerine çocuğun…Kafasına tekmelerle dakikalarca vurmuş. Diğer polisler gelince onların bile kanı donmuş bu manzara karşısında.
Semih anlattıkça içimdeki öfke öylesine kabardı ki… Bu nasıl bir vahşettir? Kim yetiştiriyor kardeşim bu sadist polisi? Bu ruh hastasını kim eğitiyor? Kim beline tabanca, eline cop veriyor?… İçişleri Bakanlığı bu konuda mutlak bir inceleme yapmalıdır.
Toplumsal olaylara müdahale eden polisler nasıl yetiştiriliyor? Bu “pitbull ruhu”nu kim aşılıyor bu polislere?
Hepimizin çocuğu var. Protesto etmek istiyor. Demokratik hakkını kullanıyor. Diyelim ki aşırıya gitti. Diyelim ki hata etti. Bunun karşılığı, böyle sokak aralarında tuzak kurup insan avı mı yapmaktır? O zaman mahkemeler niye var? Polis insan hayatı almak için mi, yoksa insan hayatını korumak için mi var olduğunu nasıl anlayacak?