Evde akşam yemeği hazırlıkları var. Henüz birkaç dakika önce içeri girdim. Doğru banyoya… Haaa, bu arada! Annemin gözünde hala çocuğum. Yirmili yaşlarımda buna acayip bozulurdum ama şimdi buna bayılıyorum… Alışıldığı üzere, annem her zamanki gibi sesleniyor,
- Billur, üzerini değiştir, masaya gel...
İçimde gıdık gıdık gülümseme… Anne sözü yere düşmez. Üzerimi çarçabuk değiştirip, mis gibi yemek kokusuna doğru neredeyse tavşan çevikliğinde seyirtiyorum. Babamın en sevdiği haber kanalı açık, en sevdiği yemek ‘bol limonlu zeytinyağlı pırasa’ özenle pişip sofrada yerini almış, ama hayret, babam henüz yerine oturmamış. Babam demişken, babam 85 yaşında, sorsanız 18 diyor. Doğru da, çünkü neredeyse benden daha hızlı merdivenleri çıkıyor, üstelik asansörü de sağlıksız buluyor. Konu- komşu ‘demir dede’ diyor ona. Dahası, mesleği dahil (inşaat) tüm matematik hesaplarını, akıldan yanlışsız yapıyor. Eski toprak ne de olsa. Askerliğini süvari birliğinde yapmış. Anlata anlata bitiremez o günleri. Atı, Duman’ı hala çok özlüyor. Gerçekten çok zor bir hayatı olmuş ama bugünlerde tek sıkıntısı, yorgunluk hissi. Bir iki gündür sürekli uykusunun geldiğinden, yorgun hissettiğinden şikayet ediyor. Sanırım doğal bir şey bu, çünkü sinovac aşısının ikinci dozunu, 28 Mart’ta oldu ve duyduğuma göre, aşı birkaç gün yorgunluk hissi verebiliyormuş. Ama şükür ateşi ya da başka bir olumsuz hastalık belirtisi yok.
- Anneciğim, baboşum nerede?
- Çağırdım ama, ‘siz yemeğe başlayın, ben biraz uzanayım, sonra yerim’ dedi.
Hani insanın içine nedensiz bir ateş düşer ya… Düştü… Olmaz dedim huysuzlanarak, bir tuhaflık var, çünkü babam yemek saatinde herkesi bir arada ister. Seslenerek, hızla odasına daldım…
- Babişşşş… Yemek vakti!
Yattığı yerden gözlerini aralar gibi oldu, ani bir refleksle elimi alnına koydum. Alev alev yanıyordu ve neredeyse kendinde değildi. Korkuyla hazin bir sonun başlangıcında olduğumu düşündüğümü hatırlıyorum, acı bıçağını kalbime- ruhuma öyle derin sapladı…
Ambulans 10- 15 dakika içinde geldi. Bakırköy Sadi Konuk hastanesine vardığımızda, acil servis hınça hınç doluydu. Kan testi, tomografi darken, saat 20.00’den gece yarısı 01.00’a dek orada bekledik. Bu arada babama rahatlaması için verilen serum iyi gelmişti. Onu öyle canlanmış görünce, niye her şeyin en kötüsünü düşünüyorum diye kızdım kendime. Babacığımın bakarken bile seven gözlerine sarıldım, yanak çukurlarını doyasıya öptüm, baba kokusunu defalarca şükür ederek içime çektim. İnsanın anne- babasıyla, kardeşleri ile birlikte büyümesi, huzur içinde beraber yaşlanması ne büyük şans. Belki de babam, sadece rüzgarda kalmış, üşütmüştür diye düşündüm. İçimde umudun beslediği derin sevgiyle, o bildik ritüelimizi fısıldadım kulağına;
- Canım babacığım, seni çok seviyorum, bak burada her zamanki gibi senin yanındayım. Biliyorsun, biz yan yanayken, birlikteyken bize hiçbir şey olmaz.
O anda gözlerimin içine baktı… Taaa içine... Sesinde öyle bir minnet vardı ki, utandım kendimden.
- Allah senden razı olsun kızım…
Düşünsenize, dünya ne kadar korkutucu, ne kadar üzücü, insana ait değerler- insan, ne kadar savrulmuş… Elinize minicik bir parçanız doğuyor, ömrünüzü ona adıyorsunuz, yemiyor yediyor, içmiyor içiyorsunuz ama sizin desteğe ihtiyacınız olduğunda, tam da olması gerektiği gibi, yanınızda oldukları için minnet duyuyorsunuz. Biz Y kuşağı, dünyayı bu kadar mı grileştirdik, duyguları –değerleri bu kadar mı çürüttük? Sebeb-i hayatımız olan, bize can veren ana- babalarımız neden böyle hissediyor? Ne utanç verici, acaba hürmetimde- sevgimde bir eksiklik mi yaptım babama karşı…
Bu düşünceler içinde, kalbim delik deşik, baba dedim, yutkunarak. Ama duygularım o kadar büyüktü ki, kelimeleri giyemedi. Sadece, tüm ruhumla, tüm varlığım, sevgimle kocaman öptüm. Yüzüne yayılan gülümse bugün gibi aklımda. Sanırım, evlat sevgisi öyle kıymetli bir şey ki, en büyük korkuları dindirebiliyor, azaltabiliyor. Dayanma gücü veriyor. Allah'ım diye dua ettim, sakın beni babamın yokluğu ile sınama. Şimdi değil. Buna dayanamam.
Acil serviste babam yaşlarında bir adam, yalnız başına sedyede yatıyor, etrafına korkulu gözlerle bakıyordu. Hemşirelere üşüyorum diye seslendi, ama sesini duyuramadı. Tamam amca, duydum seni dedim. Biraz su içirip, üzerini örttüm.
- Amca yalnız mısın?
- Oğlumu bekliyorum. Beni hastaneye sevk edecekler. Saatlerdir buradayım.
- Neden, neyin var?
- Covidmişim.
- Aşın yok mu?
- Var… Bilmiyorum ki kızım... Evden dışarı çıkmadım bile...
Gözlerindeki derin çaresizlik içimi acıtmıştı, ama maalesef babamda, aşının ikinci dozunun beşinci gününde, covid pozitif çıkmıştı. Hastanedeki nöbetçi doktor, babamın akciğerlerinde enfeksiyon bulgusuna rastlandığını, bu yüzden de hastaneye sevkinin şart olduğunu söyledi. Bu sırada, adının Sait olduğunu öğrendiğim amcanın da gönderileceği hastane belli olmuştu. Ambulansta, yan yana Yeşilköy pandemi hastanesine doğru yol alırken, babam ve Sait amca hastalık sanki kendilerine hiç değmemiş gibi, gelecek günlerden, yeni projelerden konuşuyorlar, birbirlerine tavsiyede bulunuyorlardı. Üstelik, babam o sırada, o kadar rahatlamış görünüyordu ki, Allah’a tekrar şükür ettim. İki üç güne hastaneden çıkarız diye düşündüm, huzurla.
Çok güzel bir yazı ele almışsınız duygulandım sevgilerle Kiblem