Yağlı boyanın dokusu ile sulu boyanın şeffaflığı arasında dans eden tekniklerde, manzaraların ufuklarında 'Başarmanın yarısı inanmaktır' felsefesi hangi gölgeleri aydınlatır; ALES adımlarıyla sergi hayallerin hangi rüzgârla yelken açar?
Yağlı boya ve sulu boya arasında gidip gelmek, benim için teknik bir tercih olmanın çok ötesinde; hayatın farklı dönemleriyle kurduğum ilişkinin de bir metaforu aslında. Yağlı boya bana düşünmeyi, ağırdan almayı, katman üstüne katman katarak kendi iç sesimi kontrol etmeyi öğretiyor. Bir rengi diğerinin üzerine koymadan önce durmak, bakmak, nefes almak gerekiyor. Bu da beni hem sabırlı kılıyor hem de duygularımı daha derin katmanlarda okumaya zorluyor.
Sulu boya ise tamamen ters bir disiplin. Hataları saklamıyor, geri dönüşü neredeyse yok; bu yüzden cesur olmak, kararlı davranmak şart. O anki duygun neyse, renk o duyguyla akıp gidiyor. Bu iki teknik arasındaki gelgit, ALES hazırlıklarımdan yüksek lisans planlarıma, hayatımı planlama biçimime kadar pek çok alanda bana aynalık ediyor. Yorulduğum anlar olmuyor değil; bazen renkler bile yorgun düşüyor. Ama bir gün kendi sergimin ortasında durup, bunca çabanın karşılığını gözlerimle göreceğimi düşünmek, içimdeki motivasyonu sürekli taze tutuyor.
Aslında hayal dediğimiz şey, insanın yorulduğu anlarda tutunduğu görünmez bir el gibi. O el beni her gün bir adım daha ileri taşıyor.
Karakalemin hatları ile pastel boyanın nefesi arasında, doğanın tanıkları hocalarının minnet gölgesinde nasıl canlanır; o peyzajların derinliğinde, sanatın gücü yaralarını sararken hangi evrensel hikâyeleri fısıldar?
Karakalemin çıplak, net ve yer yer acımasız çizgileri ile pastel boyanın yumuşak, şefkatli dokunuşu, benim iç dünyamdaki iki zıt ama birbirini tamamlayan yönü temsil ediyor. Hocalarımın bana kattığı en büyük değer yalnız teknik bilgi değildi; “bakmak” ile “görmek” arasındaki farkı öğrettiler. Bir ağaca baktığımda artık sadece gövdesini ya da dallarını değil, onun yaşadığı mevsimleri, taşıdığı izleri, rüzgârla kurduğu ilişkiyi görebiliyorum. Sanatı derinleştiren şey de tam olarak bu farkındalık.
Doğa, benim için hem bir sığınak hem de bir iyileşme alanı. Ne kadar yorulsam ne kadar kırgınlık biriktirsem de doğanın içinde durduğumda içimin yavaş yavaş toparlandığını hissediyorum. Bunu resimlerime taşırken de aslında o iyileşmeyi başkalarıyla paylaşmak istiyorum. Çünkü peyzaj dediğimiz şey, dışarıdan bakınca sadece bir manzara gibi görünse de aslında hepimizin ortak bilinçaltında bir “eve dönüş” duygusuna karşılık geliyor. Benim amacım da bu duyguyu yakalamak, tuvalde saklamak ve izleyiciyle buluşturmak.
Her çizgide, her gölgede, her renk geçişinde aslında tek bir evrensel cümle var:
İnsan doğanın bir parçasıdır ve ona döndüğünde her şey iyileşir.