Bahar Ensari Yazio: Kaybolan Şehir

Şiirinde şöyle demiş; Orhan Veli Kanık

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı

Kuşlar geçiyor, derken;

Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık

Ağlar çekiliyor dalyanlarda;

Bir kadının suya değiyor ayakları

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı…

En büyük değerlerden biri yaşadığınız şehir ve yere sahip çıkmaktır.

Bir kural varsa şayet; o da şudur. Ya sen yaşadığın yere uyarsın ya da yaşadığın yeri kendin şekillendirip orayı yaşanılır cennet köşelerine çevirirsin. Tıpkı evinin odaları gibi olmalı şehirdeki semtler; temiz tutmalı, düzenini sağlamalı ve en önemlisi her yerini didik didik bilmelisin. Kilidini sağlam tutmalı geleni geçeni evine almamalısın. Gelen misafirini baş tacı edersin, kiracı olandan kiranı alır göz önünde tutarsın. Lakin o evin odalarını tek tek satarsan eğer; gün gelir yatağını serecek, başını sokacağın bir yerin kalmaz. Şehirler tarih boyunca yüzyıllardır korunur sahipleri tarafından. Minareler, mahyalar, geçmişin ayak izlerini taşıyan medeniyetler böylece ayakta durmayı başarır.

İstanbul bir şehir ki taşı toprağı altın derdi büyüklerimiz; nasıl da doğru bir söz. Yedi tepe üzerinde yeşilin her tonunun hâkim olduğu doğal güzelliği olan, yaradan tarafından cömert davranılmış, tabiatın mahrum bırakmadığı her türlü şaheserliğiyle tüm dünyaya meydan okuyan cazibeye sahip olmuş bir kent. Anadolu kavağı mavi denize sırtını verir yemyeşil ağaçlara göz kırpar gibi heybetli bir duruş sergilerken; Rumeli kavağı onunla yarışır bir şekilde asaletinden asla ödün vermeden vakur edasıyla sıradağlar misali dizilir sahil boyunca. Tarih kokar buram buram çehresi bu şehrin. Bazen bulut görürsün gökyüzünde bazen olduğunca mavi.

Beşiktaş’tan başlarsın geziye; bazen yürür bazen sarı dolmuşlara binersin Ortaköy’e inersin, eskiden beri bilenler bilir tadına doyum olmaz bu gezilerin.

Boğazın kartpostal manzarasını seyrederken elinizde ya kumpir ya da bir külah dondurma size eşlik eder. Evet seksenli doksanlı yıllardan bahsediyorum. Hani biz bize olduğumuz yıllar. Göçün olmadığı zamanlar evimiz yani şehrimizin bize ait olduğu, havasını ciğerlerimize çekerek gönlünce yaşadığımız İstanbul. Kalabalığın derecesinin tahammül edilebileceği o güzelim zamanlarda yolda karşılaştığımız insanların bizden olduğunu kılık kıyafetinden anlamak hiç de zor değildi. Eminönü’nden kalkan vapurun Kadıköy’de baca dumanı havaya yayılırken; martı sesleriyle karışan düdük sesi nota nağmesi gibi hoşluk verir. Denizin yosun kokusu kuşatır etrafını, elindeki taze simidin bir parçasını martı koparır alır kaybolur; tıpkı gözlerin gibi deryaya karışır gider.

Gecesi gerdanlık gündüzü seyranlık İstanbul’um şimdi ise yorgun, bitkin, yaşlanmış bir şehir olduğu ilk bakışta bile anlaşılıyor artık. Masum İstanbul bile bilemezdi dünya düzeninin bu derece değişeceğini yedi düvel insana ev sahipliği edeceğini, nüfusa yetmeyen evlerin yanına koca koca binaların kondurulacağını… Kim bilebilirdi farklı ütopyaların aynı iklimde harmanlanacağını, nesillerin birbirine karışacağını karma bir karışıklık ile bu şehrin yürürken yerini bile göremeyeceğimiz kalabalıklara bağrını açtığını. Fedakarlıktı aslında adı bu nefessiz kalmış şehrin hali, buna da ancak İSTANBUL katlanırdı…    

Bahar Ensari

Popüler İçerikler

Sosyal Medyada Süren Öğretmenlik Tartışması: Az Çalışıp Çok mu Maaş Alıyorlar?
HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı