Hiçbir şeyin seninle başlamadığı aşikar; sanırım bunu da en kısa yoldan aşk, sevgi, ilişki deneyimleri ile yaşıyoruz. Öyle birini seçiyoruz ki farkında olmadan, ya annemizin kopyası ya da babamızın… Orada canımız yana yana kalıyoruz; kalmak istiyoruz çünkü bildiğimiz, yürüdüğümüz yol burası. Yol arkadaşlarımız da bize hiç yabacı değil. Burada bize anlatılan ve olmamız gereken kişiye olan bağlılığımızın testi gibi ya da onlarla kuramadığımız sağlıksız sevgi bağını yeniden kurma isteği. Hangi durumu kabul edersek edelim, burada başarılı olursak biz o çok sevilen kız ya da erkek çocuğu olacağız. Bu hikayelerde varılan şey, hiçbir şeyin kendimiz için yapmadığımız, kendimizin dışında, herkesi önceliğimize koyduğumuz gerçeğiyle bir gün yüzleşmemizle son bulacaktır.
Peki onların bize gösterdiği sevgiyi nasıl anlıyoruz?
Nasıl bir sevgi, ilişki arayışında oluyorsak ilk karşı cinsle olan iletişimiz de onların bize gösterdiği, hissettirdiği tüm duygu ve davranışları, sevginin bir şekli olarak kabul ediyoruz. Tabii bu bilinçdışı tercihiniz, en güvenli alanımız, en inandığımız sevgi modeli bu oluyor.
Peki kaçımız koşulsuz sevgiye maruz kaldık? Kaçımız ödül ya da ceza kıyaslama olmadan büyütüldük? Sadece sevilmek olan ihtiyacımızı uğruna nasıl da kendimizden vazgeçtik…
Evet insan iki kez doğar; birincisi kendi ailesine, ikincisi kendi gerçekliğine. İşte bu ikinci kez doğuş en az birincisi kadar sancılı olur. Tam da her şeyin çok iyi gittiği anda, bir anda birçok şeyin gerçek olmadığını hatta kendinin bile gerçek olmadığı düşüncesine kapılmaya başlarsın.
Daha derinlerde ruhun varlığı seni en az sesini duyduğun yerden yakalar, kalbinden, panik ataklarda kalbinin bu kadar hızlı atmasına şaşırmamak gerekiyor. Çoğu kişi için panik atak olan bu his şimdiki sahte kimliğimizle, öz kimliğimiz arasında sıkışan, özünün, ruhunun sesidir. Panik atak, günümüz hastalığı olarak adlandırılan psikolojik bir durumdur ve yaşayanlar içinde kontrolü çok güç olan hatta kontrol etmeye çalıştıkça daha fazla etkisinin arttığı çağımızın rahatsızlığının gerçekten tek sebebi stres, kaygı ve endişe duymamız mı? Yoksa birinci doğuşumuzun son buluşunun acısı mı? Ve gerçek ben’e olan yolculuğun ayak sesleri mi?
Hiçbir değişim kolay olmayacaktır. Hele bu kadar güvenli konfor alanlarımızın yıkılışını kabul etmek, içine doğduğumuz ailemizin, yaşadığımız onca acının, kaygının, endişenin ve en kötüsü de korkunun sebebi olduğunu anlamamız, bu bir insanın kolay kolay yüzleşmek istemeyeceği bir gerçektir.
İşte bu sahte, sonradan koşullara, ödüllere, cezalara kıyaslamalara dayanarak yaratılan öz değersiz, öz şefkatten yoksun küçük ben ile büyümek isteyen bilinçli farkındalığa ulaşmış, her şeyin sebebinin kendinden başlamadığını idrak eden öz benin savaşı… Gerçekten bizimle başlamadıysa hayatımız, biz ne kadar kendi hayatımızın sorumluluğuna sahibiz ve ne kadar hayatımız bizim elimizde? İkinci kez doğumla, kendi gerçekliğimizi nasıl gerçekleştireceğiz?
Son zamanlarda kiminle konuşsam ya haftalık terapilerde ya aile diziminde ya da kendi başına, kendine yabancılaşma halini sorguluyor. Buldukları ile hayatları daha da parçalanıyor. Her yerden toparlamaya çalıştığı parçalarla büyük resmî görmek için uğraşıyor: