C., Güler'i pastanede görür – mavi gözlü, sade bir kız. Takip eder onu; bu, bir aşk değil, bir ayna arayışı. Güler, C.'nin idealindeki 'gerçek kadın' olamaz; çünkü o, toplumun kalıbına uymak ister: Üç odalı ev, sıradan mutluluk. Ayrılırlar, ama C. suçlamaz. Atılgan burada insancıl bir incelik gösterir: Aşkı, bir zafer değil, bir karşılaşma olarak çizer. Sonra Ayşe gelir – eski sevgili, ressam ruhlu, asi. Yazlıkta buluşurlar; bedenler kavuşur, ama ruhlar teğet geçer. Kıskançlık, şüphe, o eski yara: Anne kaybı. C., çocukluğunda annesini yitirmiş; kadınlarda onu arar, ama bulamaz. Bu, ödipal bir düğüm değil – ki eleştirmenler sıkça vurgular – bir özlem. Atılgan, Freud'u okumuş; ama C.'yi bir hasta değil, bir şair yapar. B.'yle kısa bir fısıltı: O, C.'nin kadın hali; entelektüel, kırılgan. Ama o bile yetmez.
Ne farklı kılar Aylak Adam'ı? Bugüne dek yazılanlar –yabancılaşma, modernist teknikler, toplum eleştirisi– doğru, ama yüzeysel. Ben, C.'yi bir 'mindfulness' uygulayıcısı olarak görüyorum: Aylaklık, bugünün meditasyonu. Pandemi sonrası dünyada, evlere hapsolmuş bizler, C.'nin sokaklarını özleriz. O, tüketmez; hisseder. Şehir, onun için bir metafor: Kalabalıkta yalnızlık. İstanbul, 1950'lerin karmaşasında, bugünümüzün aynası. Atılgan, Camus'nün Meursault'sundan esinlenmiş; ama C., öldürmez, sever. Varoluşçu bir isyan değil, insancıl bir kabulleniş. C., sonunda tatlıcıda yıllardır aradığını, 'o kadını' görür. Ve kaçırır ve anlatmaz. Neden? Çünkü arayış, varıştan değerli. Bu, romanın sırrı: Mutluluk, bulmak değil, teğet geçmek.