Atatürk'ün Tüylerinizi Diken Diken Edecek ve Gururla Okuyacağınız 16 Az Bilinen Anısı Daha

''Benim adım Mustafa Kemal'dir. Ben ne diktatörüm, ne macera peşinde koşarım, ne de mağlubiyeti kabul eden bir kimseyim. Ben, yanlız milletimi düşünür, onun için yaşarım. Benim ve milletimin hakkı olan şeyi alırım. Alamayacağım bir şey yoktur.''

- Mustafa Kemal ATATÜRK

1. Neye layıksın!

Atatürk'ün Adana'da Hatay için: ''Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!'' demesinden iki gün sonraydı. Mersin'de istasyondan şehrin içine doğru yavaş gidiyordu. Yolun üstüne siyahlar giyinmiş ve ellerinde büyük bir levha tutan bir kaç genç kız çıktı. Levhada şu yazı vardı: 

'Suriye hemşehrinizi de kurtarın!' 

Suriye, ancak din kardeşi olan bir milletin vatanıydı. Türkiye’yse artık dinci değil, milliyetçi bir devletti. Suriye içinde, bütün esir yurtlar için olduğu gibi, kurtuluş dilerdi. Lakin kurtarmaya kalkmak fuzuli olurdu. 

Etrafta hıçkırıklar ve göz yaşları yoktu; Atatürk'ün de gözleri ıslanmış değildi. Suriyelilerin 1. Dünya Savaşı’nda Türk düşmanlarıyla birleştiklerini, Türk ordusunu arkadan vurmaya çabaladıklarını, belki ihanet ettikleri için ihanete uğradıklarını düşünüyordu:

 ''Her millet, layık olduğu yaşayışa erer!.. ''dedi ve yürüyüp gitti.

2. Cumhuriyetten beklenenler yerini buluyor

Hulusi Köymen anlatıyor:

Atatürk Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi, iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:

''Beni tanıdın mı oğul ? Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var; Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz O'nu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.''

Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle:

''Oğlunu almadılar mı ?'' dedi. ''Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar. İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...''

Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu ve Atatürk adeta coşku dolu bir sesle:

''İşte Cumhuriyet'ten beklediğimiz netice.'' diyordu.

3. "Halk isterse beni de kovar"

Çanakkale'li bir yazar anlatıyor:

1935 senesindeydi. Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu.

O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı.

İşte bu sıralarda 'Atatürk Çanakkale’ye geliyor' dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk'ü hiç görmemiştim. Heyecanla Atatürk’ün geleceği Balıkesir caddesine dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudinin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmaya vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü.'Atatürk geliyor' sözü yeniden ağızdan ağza dolaştı. Halkın 'yaşa, varol!' nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Ata'nın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk:

'' Bırakın gelsin!'' dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürk'ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

'' Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız?'' dedi.

Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu:

'' Sen kimsin?''

'' Ben paşam, Çanakkale Musevileri'nden Avram Palto. ''

'' Sizi kim kovuyor? Hükumet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle? '' dedi.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:

'' Hayır paşam, halk kovuyor.''

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

'' Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.''

4. Sokak çocuğu

Atatürk'e, düşmanlarından bir kadın, bir yabancı gazetede ''sokak çocuğu ve zalim'' diye yazılar yazmak küçüklüğünü göstermişti. Bir gün Yat Kulüp'te Atatürk, arkadaşlarına bu yazıdan söz ederek demiştir ki :

''Benim için 'sokak çocuğu ' diye yazmış... Ben pek küçük yaşta yatılı bir öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi'den Harp Okulu'na, oradan da orduya hizmete gittim. Sorarım sizlere, benim sokakta oynamaya vaktim mi vardı ? Bana 'zalim' diyormuş... Ben eğer bu vatana ihanet eden birkaç adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamların cezalarını bulmalarını sağladımsa, bunun sebebi Türk milletine duyduğum sevginin onlara duyduğum sevgiden daha daha büyük olmasıdır... Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını feda ettim...'' demiştir.

5. "Hacı Anesti'yi arıyorum, gören var mı ?"

(General Asım Gündüz Anıları - 10 Eylül 1922 - İzmir )

Hacı Anesti (Yunan Orduları Başkomutanı), 1922 yılı baharında tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. Arkasından hiç eksik etmediği yabancı gazeteciler, fotoğrafçılar, Papazlar ve diğer sık sık davet ettiği kişilerle cepheyi geziyor, mağrur, küstah konuşmalar yapıyordu. Son taaruzdan evvel, yine böyle bir kalabalıkla cepheyi gezmiş, mevzileri görerek İzmir'e dönmüştü. İzmir Baş Piskoposu Hristotomos, yunan Başkomutanı için büyük bir karşılama töreni hazırlamış, dini ayinler düzenlemişti.

Şölenin sonunda ''Reuster Ajansı ' muhabiri, Yunan Başkomutanına:

'Cepheyi gezdiniz. Mustafa Kemal'i gördünüz mü ?''

Soru herhalde önceden düzenlenmişti.

Mağrur Yunan Başkomutanı Hacı Anesti, hayret eder gibi bir davranışla döner ve soruya bir başka sual ile cevap verir:

'' Ne? Mustafa Kemal mi ? Kim bu adam ? Böyle bir komutan tanımıyorum. ''

Mustafa Kemal bu palikarya ruhunun düzeyinde olan terbiyesizliği evvelden duymuştu. Fakat vereceği cevabı, günü gününe zamana bırakıyordu.

İşte o zaman; 9 Eylül 1922 'de gelmişti. Son Yunan kırıntıları İzmir Körfezi'nin sularına gömülmüştü. Yirminci Yüzyılın en büyük zaferinin mimarı olan, Türk Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa, 10 Eylül 1922 günü kendi çevresinde yer alan ''Reuster Ajansı'' nın aynı muhabirine, kendisine pek yakışan bir zarif gülümseme ile sordu:

'' İki haftadır cephedeyim. Her tarafta Hacı Anesti'yi arıyorum. Gördünüz mü ? ''

6. Günahlar ateşle temizlenirken...

İzmir'de akşama doğru başlamıştı büyük yangın. Mustafa Kemal kalmakta olduğu evin balkonundan yangını izlemekteydi. Bu sırada, kendisini ziyaret etmeye gelen genç subaylara şunları söylemişti :

'' Çocuklar, bu manzaraya iyice bakın. Bu alevler bir devrin sona erip yeni bir devrin başladığını gösteren yangındır. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyıldaki bütün günahları şu ateşle temizlenirken yeni bir Türk Devletinin kuruluşu ve Türk milletinin yükselişi de cihana ilan ediliyor.''

7. Milletine duyduğu saygı ve sevgi

Kemal Arıburnu anlatıyor;

Cumhuriyet’in ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti.

Valiye: “Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz?” diye sordu.

Vali de anlattı; yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.

Ata’nın kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille:

“Vali Bey” dedi. “ ‘Corvee’ nedir bilir misin ?'' 

''Bilmem Paşam ''

''Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur.”

8. "Devrim bir anda olur ya da hiç olmaz"

Gazi Mustafa Kemal yazı devrimini gerçekleştirmişti. Yaşlı, genç, kadın, erkek tüm yurttaşlar yeni harfleri öğrenmek için gece gündüz kurslara gidiyorlardı. Devrimi izleyen iki yıl içinde bir buçuk milyon vatandaş okuryazar olmuştu. Yazı devriminin en dikkate değer yanı, Gazi’nin bu devrimin yerleşmesinde en ufak bir ihmali bile kabul etmemiş olmasıdır. Bazı kimseler kendisine:

“Paşam, ilkokulların ilk sınıflarından itibaren yeni harflerle öğretime başlayalım. O kuşakla birlikte ortaokulu, liseyi ve üniversiteyi izletelim” diyorlardı. Gazi bu görüş ve düşüncelerin hiçbirisine yanaşmaz ve:

“Devrim ya bir anda olur, ya da hiç olmaz” diyerek giriştiği işte yine başarıya ulaşır.

9. "Bu milletvekili ayrıcalığını hiç beğenmedim."

Atatürk, hayatı boyunca insanlara makam ve mevkileri nedeniyle ayrıcalıklı davranılmasına karşı çıkmış ve toplumdaki bu ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için mücadele etmiştir. 

Atatürk’ün halkçılık ilkesi kanunlar önünde eşit, sınıfsız ve ayrıcalıksız bir toplum yaratmak amacını gütmektedir. Aşağıdaki anekdot O’nun bu özelliğini çok güzel yansıtmaktadır.

Atatürk, bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyor. Yeşilköy İstasyonu’nun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyavere:

''Sorunuz, tren var mı?' diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden inip emrindekilerle birlikte trene biniyor. Karar ani verildiği ve uygulandığı için, bu trene biniş hemen hemen kimsenin dikkatini çekmiyor.

Bir süre sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör, Ata’nın bulunduğu kompartımana gelir. Kafileyi görünce çekilmek ister. Ata hemen seslenir:

'' Görevini yap!.. (Emrindekileri göstererek) Bu efendilere niçin bilet sormuyorsun? ''

Emrindekiler cevap verirler:

'' Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz!..''

Ata hayretle ve sinirlenerek:

''Bu ayrıcalığı hiç beğenmedim, der.'' Çok ayıp ve acayip bir usul. Çok güzel halkçılık!..''

10. Mısırlı liderin Mustafa Kemal'den yardım istemesi

Fatih Rıfkı Atay anlatıyor : Birgün Mısır'da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine: 

'Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?' diye sordu. 

Olabilecek şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

 'Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?' diye sordu.

 Adamcağız yüzüne bakakaldı: 'Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya...' dedi.

 'Benimle olmaz, Beyefendi Hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o vakit gelip beni ararsınız.'

11. "Kosti buraya gelip rakı içti mi?"

Büyük Taarruz emri verilmiş, ordularımız Akdeniz'e seller gibi akmaktadır. Yunan Ordusu panik halinde İzmir'i terk eder ve yerini şanlı ordumuzun ilk birliklerine bırakır. 

Mustafa Kemal Paşa'da maiyetiyle birlikte İzmir'e gelmektedir, ancak yol üzerindeki kasaba ve köylerden geçerken sık sık önü kesilmekte ahali tarafından müthiş bir sevgiyle kucaklanmaktadır. Nihayet İzmir'i tepeden gören bir yere gelirler, Mustafa Kemal Paşa orada küçük bir kır meyhanesi görür;

 “Beyler İzmir'e inmeden şurada birkaç duble içelim hem de dinleniriz” der. 

Meyhaneye girerler, fakat meyhaneci Paşayı görünce mutfağa kaçar çünkü kendisi Rum vatandaşıdır. Mustafa Kemal meyhanenin uç tarafına oturur, buradan bütün İzmir panoramik bir şekilde görülmekte ve olağanüstü bir manzaraya sahiptir. 

Paşa hiç konuşmadan sigarasını yakar, rakısından bir yudum alır, o muhteşem gözlerini İzmir'den ayıramaz. Bir müddet sonra yaverine; “Meyhaneciyi çağrınız” der.

 Zavallı meyhaneci mutfakta korkudan titremektedir, Yaver merak edilecek bir şey olmadığını söyleyerek güç bela Mustafa Kemal'in huzuruna getirir. 

Meyhaneci titrek bir sesle; “Emredin Paşam” der. 

Paşa sorar; “Kosti buraya gelip rakı içti mi?” (Yunan Kralı Konstantin'e Atatürk her zaman Kosti demiştir) 

Meyhaneci bu soruya şaşırmış ve “Hayır Paşam buraya hiç gelmedi.”

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa; “Hayret! Bu şehir üç yıldır işgal altında ve buraya gelip rakı içmemiş, O zaman niçin İzmir'i almak istemiş ki!” diyerek o zamanın ağır şartlarında dahi bu muhteşem şakayla, savaş yorgunu yüzleri güldürmüştür.

12. Zafer sabahı yapılan kahvaltı

Kurmay Binbaşı Ethem Altın anlatıyor:

“Büyük taarruz sabahı... Yüzyılların ender yetiştirdiği büyük Komutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Kocatepe’dedir. Tan yeri ağarıyor.

Sabahın sessizliğini, gökleri yırtarak uçan bir top mermisi bozdu. Arkasından bütün Türk topları ateş püskürmeye başladı. Düşmanın ele geçirilmez denen mevzileri altüst oluyordu. Bir an içinde her taraf ateş ve duman içinde kalmıştı. Ateş gittikçe şiddetleniyor; Türk milletinin talihi ile birlikte güneş de nazlı nazlı yükseliyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa pelerinini altına topladı ve kayaların üstüne oturdu. Dalgınlığı kalmamıştı; tebessüm ediyordu. Sabah ışıklarının okşayarak parlattığı altın saçlarında Türk milletinin geleceği parlıyordu. Çok keyiflenmişti.

‘Şimdi kahvaltıyı getirin’ diye seslendi.

Bir tepsinin içinde iki dilim er ekmeği, birkaç zeytin, bir parça beyaz peynir geldi. İşte hepsi o kadar. Bunları büyük bir iştah ile yedi. Evet, yedi büyük devletin büyüklüğüne meydan okuyan, masum bir millete yeniden hayat veren yüce komutan, koca dâhi Gazi kahvaltı ediyordu. İsteseydi altın tepsiler içinde parlak ve yaldızlı salonlarda her bakımdan nelere sahip olmazdı. Hayır, o böylesini seviyor, böyle istiyordu. Sade Türk milletine değil, tarihlere, dünyalara örnek veriyordu.”

13. İtalyan sefirine verilen ders

Salih Bozok anlatıyor:

Atatürk’e ihanet edenler, o’nun birçok konuları içki sofrasında hallettiğini iddia ederler. Yalnız aşağıda nakledeceğim olay bile bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu ispata yeter:

“Habeşistan savaşının başlamasından önce, İtalya’nın Rodos’a askeri yığınakta bulunduğu günlerdeydi. Bir akşam yine Atatürk’ün sofrasına çağrılanlar onu ayakta ve balkonda gezinmekte buldular.

– Tevfik Rüştü nerede?

Ankara Palas’ta, bazı sefirlere bir ziyafet veriyor.

– Biz de oraya gitsek olmaz mı?

Etrafındakiler beyhude Atatürk'ü buna protokolün müsait olmadığına inandırmaya gayret ediyorlar. Fakat, o’nun kesin karar verdiği bir konudan geriye çevirmek kimsenin haddi değildir.

Otomobiller, Ankara Palas’a vardığı zaman Atatürk’ün otelin merdivenlerini sallana sallana ve yanındakilerin yardımı ile çıktığını görenler hayret ettiler. Çünkü Çankaya’da Atatürk’ün bir yudum bile içmediğini herkes biliyordu.

Sefire ziyafet verilen salona giren Atatürk, Arnavutluk Sefiri, Asaf Bey’in yakınında ve giriş çıkış kapısını iyi görebilecek bir yere oturuyor. O dakikadan itibaren salondan içeri ve dışarı kimsenin geçmesi mümkün değildir. Şimdi konuşulanları takip edelim:

Atatürk:

– Asaf Bey, gazetelerde bir takım resimler görüyorum, Arnavutlukla operet mi oynanıyor? diyor.

Bu sözleriyle o zamanlar yeni kral olan Zogo’nun sorguçlu resimlerini kastettiğini anlamakta gecikmeyen sefir ne söyleyeceğini şaşırıyor. Atatürk devam ediyor:

– Cumhuriyetten ne zarar görüldü ki, Arnavutluk’ta krallık ilan edildi? Hem, takip edilen politika da tehlikelidir. İtalya’nın Arnavutluk’u Balkanlar’da bir basamak yapması ihtimalden uzak değildir.

Bunu duyan İtalyan Sefiri, mücadeleye kalkınca Ata:

– Haber aldığıma göre, Roma’da bazı öğrenciler sefaretimizin önünde mümayiş yapmışlar. Antalya’yı istemişler. Antalya sigara paketimidir ki, sefir cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyurun alın!… Hem benim bir teklifim var. Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa Mussolini cenaplarına müsaade edelim. Antalya’ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur.

Sefir atılıyor:

– Ekselans bu bir savaş ilanımıdır?

Atatürk:

– Hayır, diyor. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye savaş ilanı ancak büyük millet meclisi dahilindedir. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman Büyük Meclis Türk Milleti’nin hissiyatını tercüman olmakta gecikmez.

Konuşmasının bu hali olması üzerine, İsmet Paşa’ya telefon edilir ve Ankara Palas’a çağrılır.

Atatürk de bunu haber alınca etrafındakilere:

– Hükümet geliyor, biz gidelim! diyerek Ankara Palas’ı terk eder.

Çankaya’ya dönüldüğü zaman herkes Atatürk’ün gayet normal olduğunu hayretler içinde seyrederken Atatürk:

– Artık İtalya ile savaş tehlikesi yok. Rodos’a yapılan yığınak Habeşistan’a dönecektir!

Hakikaten kısa bir süre sonra Habeşistan savaşı başladı.

14. Konya isyanında

Konya İsyanı’nı müteakip Konya’ya gelen Atatürk sinirli ve üzgündü. Şehrin ileri gelenleriyle belediye salonunda konuşurken elindeki yanar sigarayı bir aralık iki parmağı arasına almış ve ateşi parmakları arasında ezerek söndürmüş ve şöyle demişti:

''Ateş nerede çıkarsa çıksın, iki parmağımın arasında böyle ezeceğim!…''

15. Bir milyon askere bedel

yalansavar.files.wordpress.com

Atatürk'ün büyük bir asker olduğunu sadece bizler değil, düşmanlar bile taktir etmiştir. 1936 yılında İngiltere Kralı VIII.Edward Türkiye'yi ziyarete gelmişti. 4 Eylül 1936 günü Atatürk, Dolmabahçe Sarayı'nın salonunda İngiltere Kralı VIII.Edward şerefine bir yemek vermişti.

 Yemek sırasında Kral, Atatürk'e şöyle bir soru sordu:

''Türkiye bir savaş sırasında ne kadar asker çıkarabilir Ekselans ? ''

 Atatürk bu soruya şöyle cevap vermiştir:

 ''Bu düşmana ve savaşa göre değişir Kral hazretleri. İcabında kadınlı erkekli bütün Türkler askerdir. Fakat talim görmüş asker olarak bir milyon çıkarabiliriz.''

 İngiltere Kralı VIII.Edward biraz düşündükten sonra şöyle dedi:

''Demek bir savaş çıktığında derhal iki milyonluk bir kuvvete sahip olabilirsiniz.''

Atatürk İngiltere Kralı Edward'ın yanlış hesapladığını düşünür ve şöyle der:

''Hayır umumiyetle yetişmiş asker bir milyon olur. Yani nüfusun yüzde yedi - sekizi hesaplanır.''

 İngiltere Kralı hayranlıkla Atatürk'e bakar, gülümseyerek başını salladıktan sonra şu açıklamayı yapar:

''Ekselans, ben doğru hesap yaptım. Bir milyon ordunuz, bir milyonda şahsen sizsiniz. Toplamı benim dediğim gibi iki milyon olur.''

16. "Hatay'a Gitme Paşam"

Atatürk, hastalığının git gide ilerlediğini, atacağı yanlış her adımın onu ölümle burun buruna getireceği çok kritik bir dönemdedir. Ancak buna rağmen o, yapacağı son iş olması pahasına Hatay'ı vatan topraklarına katmaya kararlıdır. Hasta yatağından kalkıp Hatay'a gitmesine razı olmayanlar kendisine sürekli:

''Paşam durumunuz kötü, lütfen gitmeyin''. Diye uyarıp ısrar etseler de o, belki de öleceğini bildiği halde:

''Musul, Kerkük ve bazı yerleri ülke topraklarımıza katamadım. Suriye almadan bu Hatay'ı alalım.'' Der ve yola koyulur.

Nihayet arzu ettiği gibi Hatay ilini Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katar; ama bu onurlu başarıdan sonra rahatsızlığı çok ileri dereceye varır ve bu olay, ölümünü hızlandıran en büyük etken olur.

Atatürk de et, artı kemik, artı kandı. 

İnsanüstü değildi Atatürk. 

Atatürk her şeyden evvel; 

Herkes gibi kusurları olan küçük, büyük ve çirkin de olabilirdi; ama güzel; 

Atatürk, yorgunluk kahvesini bir su başında ve rakısını tuzlu leblebiyle yudumlamayı, 

Serhat türkülerini, alaturkayı, mesela Safiye Ayla'yı 

Ve mesela yemeklerden fasulye pilakisini seven, 

'Mir-i kelam' bir İstanbul efendisi, 

(Aşık ve şair, mahcup ve ürkek). 

Ama Adanalı kadar sıcakkanlı, 

Karadenizli değil ama Karadeniz kadar canlı. 

Bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek velhasıl; 

Bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı. 

İnsanüstü değildi yani Atatürk; 

TAM İNSANDI...

Popüler İçerikler

Wanda Nara ile Yasak Aşk Yaşadığı Öne Sürülen Keita Balde Sivasspor'dan Gönderildi
Cübbeli Ahmet Çakarlı Araçla Geldiği Etkinlikte Şeriatı Savundu: Skandal Sözlere Tepki Yağdı!
Kasımpaşa’nın 18 Yaşındaki Futbolcusu Yasin Özcan 8 Milyon Euro’ya Aston Villa’ya Transfer Oluyor