Bazen bu hissi kaybediyoruz. Çünkü duymak zorlaştı. İç sesimizi bastıran çok fazla uyaran var. Her yerden gelen mesajlar, tavsiyeler, uyarılar arasında kendine ait olanı ayırt edebilmek güçleşti. Ama denge, o sese geri dönmeden kurulmaz.
Beden bile dengeyi ister. Çok yemeye, çok uyumaya, çok çalışmaya, çok oturmaya dayanmaz. Her şey bir ölçü ister. Dini pratikler bile bu dengeye göre şekillendirilmiş. Namaz belli aralıklarla, oruç sınırlı zamanlarda, infak belli ölçülerde... Bu sistem, insanı merkeze çeken bir yapıdır. Aşırılıklardan koruyan, yavaşlatan, hatırlatan bir düzen.
Kendi içinde dengeyi kuramayan biri, ilişkilerinde de aşırıya kaçar. Ya çok bağlanır ya tamamen kopar. Ya çok verir ya tamamen çeker kendini. Oysa ilişki dediğin de bir denge hali. Sen, ben, biz... Her birine alan tanıyabilmek. Aşırılığın olduğu yerde ya manipülasyon olur ya yoksunluk. Denge ise karşılıklı bir akış, bir ritim.
Ve belki de asıl denge, hayatın zıtlıkları arasında kuruluyor. Ne tam karanlık, ne sürekli aydınlık. Ne sadece umut, ne hep kaygı. Ne sürekli başarı, ne hep yenilgi. Bu aralıklarda yaşamak, insanı diri tutan şey. Aşırılıklar ise ya donuklaştırır ya da yakar. Denge ise nefes aldırır. Kendine yer açar.
Zaman zaman denge kaybolur. Ve bu da insani. Denge sabit bir şey değil, sürekli kurulan bir şey. Her gün yeniden ayar gerektirir. Her yeni deneyimle biraz daha esneyen, biraz daha öğrenen bir sistem gibi. Bazen dengeyi kaybetmek, onu daha iyi tanımanın da yolu olabilir. Çünkü eksenin ne zaman sarsıldığını fark ettiğinde, merkezin ne kadar önemli olduğunu da fark edersin.
Ve işin tuhafı, bu çağda dengeyi savunmak bir tür aykırılık gibi. Yavaş kalmak, azla yetinmek, daha az konuşmak, daha çok susmak... Bunlar çoğu zaman bir tür geri kalmışlık gibi algılanıyor. Oysa belki de en ileri olan, en çok bilen değil; en çok denge kurabilendir. Dış dünya ne derse desin, kendi içinde bir barış kurabilendir.