“Anı Yaşamak mı? Hayatı Yaratmak mı? ‘Dum Vivimus Vivamus’ Üzerine”

“Dum vivimus vivamus” — Yaşadığımız sürece yaşayalım/Hayattayken yaşa. Bu sözde, insana dair en temel varoluşsal çelişki yatıyor. Ömrümüz kısayken, her anı yaşayabilmek mümkün mü? Bir yandan ölümün kaçınılmazlığı ile sınırlanmışken, diğer yandan bu sınırlılığı bilerek her anı anlamla doldurmak, bu ikiliği çözümleyebilmek… İşte tam burada, yaşamak fiilinin özüne iniyoruz.

Felsefede, yaşamak sıklıkla farkında olmakla ilişkilendirilir.

Bir taş var olabilir ama yaşayamaz; oysa insan, bilinciyle varlığının farkına varabilir, kendini sorgulayabilir, bir amaca ulaşmak isteyebilir. Ama çoğumuz, farkındalığı, yaşamın kendisiyle bütünleştirmekte başarısız kalırız. Biyolojik olarak “var” olmamıza rağmen, gerçekten “yaşamak” dediğimiz bu deneyimi çoğu zaman yüzeyde, alışkanlıkların dar kalıpları içinde geçiririz. Asıl çelişki, varlığımızı nasıl anlamlandırdığımız ve o anlamı gerçekten deneyimleyip deneyimleyemediğimizde gizlidir.

Heidegger’in ifadesiyle, insan “ölüm için var olan” bir varlıktır, yani bir gün öleceğimizi bilerek yaşarız. Bu farkındalık, hayatımıza hem derin bir anlam hem de yoğun bir kaygı getirir. Çünkü bilincimizin bu kaçınılmaz sonla yüzleşmesi, anılarımızın, seçimlerimizin, sevdiklerimizin bir gün yok olacağı gerçeği karşısında bizi sarsar. Ancak, belki de işte tam bu ölüm bilincidir ki, gerçek yaşam ihtiyacını doğurur. Yaşamanın sorumluluğunu yüklenmek, ölümlülüğümüzün farkına vararak yaşamayı öğrenmektir. Hayatı “yaşamak” diye adlandırırken, o anın içine sıkışmak değil; o anı aşmak, ölüme meydan okurcasına anı yaratmak, kendimize ve başkalarına anlam aktarmaktır.

Bir diğer açıdan, “dum vivimus vivamus” bize, yaşamın kendisinin bir amacı olmadığını, asıl amacın bizim yaratmamız gerektiğini fısıldar. Bu durumda, yaşamak sadece sürmek, var olmak ya da zamanın akışıyla beraber ilerlemek değil; bilinçli olarak yön bulmak, kendi varlığımıza anlam katmaktır. İnsan, Sartre’ın dediği gibi, özünü kendisi yaratmakla yükümlüdür; yani doğduğumuzda bize verilmiş olan bir anlam yoktur ama yaşadığımız sürece bu anlamı yaratabiliriz. O hâlde yaşamak, her gün biraz daha kendimiz olmaktır. Toplumun, beklentilerin, dayatmaların bizden istediği gibi değil, gerçekten varoluşumuzu yansıtan bir yolculuğa dönüşmektir.

Bu söz aynı zamanda, tam anlamıyla yaşamanın aslında zamansız bir varlık durumu olduğunu ima eder. Yaşamı, ölçtüğümüz saatler, günler ve yıllar değil, içinde gerçekten var olduğumuz anlar belirler. Bu perspektiften baktığımızda, hayatın nicelik olarak uzunluğu değil, nitelik olarak yoğunluğu önem kazanır. Bir an, sonsuz anlam taşıyabilirken; yıllar bomboş, geçip giden bir gölgeye dönüşebilir. İbn Arabi’nin dediği gibi, “Gerçekten var olan an, yalnızca yaşadığın andır.” Anın sonsuzluğunu kavrayabildiğimizde, sadece geçmiş ve gelecekle değil, kendi varlığımızla da tam bir bağ kurarız. İşte yaşamak, her anı bir derinlik, bir deneyim hâline getirebilmektir.

Peki, bunu başarmak mümkün mü? Hayatı dolu dolu yaşamak bir hayal mi, yoksa her birimiz için erişilebilir bir gerçeklik mi?

Stoacılar, insanın kendi kontrolü dışındaki şeylere saplanmak yerine, şu anın kontrol edilebileceği fikrini ortaya koyar. Yani, yaşamak, dış dünyanın kaosuna kapılmak değil; kendi içsel dünyamızın rehberliğinde, şu anı yönetmek demektir. Yaşadığımız her an, zihnimizin bilincinde olursa; yargılarımız, kararlarımız, eylemlerimiz, bilinçli bir yön taşıyorsa, işte o zaman yaşamaktan söz edebiliriz. Yaşamak, dünyada geçici bir yolculuk yaparken, özümüzü kaybetmeden ilerlemektir. Gerçekten yaşadığını anlamak, içindeki yoğun tutkuyu hissetmekle başlar; hayatın her anını, bir daha tekrarlanmayacak bir deneyim gibi yaşamaktır. 

Öyle anlar vardır ki, sanki zaman durur ve kendinle, varoluşun kendisiyle içsel bir bağ kurarsın. Aşkı tüm varlığınla hissettiğin o anlarda, başka bir varlıkta kendini bulur ve onunla sınırların ötesinde bir bağ kurarsın; burada, yalnızca sevilmek değil, bir bütün hâline gelmek vardır. Derin bir sohbetin kalbinde, bir müziğin notalarında kaybolduğunda ya da sadece gökyüzüne bakarken evrendeki yerini hissettiğinde, aslında “yaşam” denilen o anın tam ortasındasındır. Gerçekten yaşamak, kendini ve tüm varlıkları, yargısızca ve saf bir kabul içinde, oldukları gibi görebilmektir. Bu, yalnızca bedenle değil, ruhla da var olmanın farkına varmaktır.

Son olarak, “dum vivimus vivamus” bir meydan okumadır. Hayatı bir yük gibi değil, bir hediye gibi kucaklamak için bizi cesaretlendirir. Hayatın fırtınalarında savrulurken bile, bu fırtınaların bizi öğüttüğünü değil, yeniden yoğurduğunu kabul etmek; düşmekten korkmadan, her yeni günü yeni bir macera gibi karşılayabilmektir. Yaşamın sonsuz belirsizliği içinde, gerçekten yaşadığımız sürece yaşayarak kendimizi yaratmak; bu, aslında insan olmanın özüdür.

Yaşarken, her anın içine tam anlamıyla dalabilmek, o anı sahiplenebilmek… İşte gerçek yaşam budur.

Instagram

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Popüler İçerikler

Okullardaki Yılbaşı Kutlamalarına Gelen Yasağa Mustafa Sandal'dan "Onlara İnat 'Duble' Kutlayacağız!" Tepkisi
Ahmet Kural'ın Başrolünde Oynadığı TRT Tabii Dizisi Gassal'ın Tanıtım Afişleri Tepki Çekti!
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman