İSTANBUL (AA) -MEHMET KANCI- “Yeniden iki kutuplu mu, yoksa çok kutuplu mu” ya da “Çin Halk Cumhuriyeti ile ABD arasındaki ‘Yeni Soğuk Savaş’ın şekillendireceği bir dünya düzeni mi” derken karmaşık bir yapıya savrulan uluslararası düzen, Türkiye’yi Soğuk Savaş yıllarından miras kalan pozisyonunu ve ilişkilerini sorgulamaya itiyor.
Günümüzün tehditleri “Doğu’dan gelen komünizm” ile sınırlı değil. Uzay coğrafyasından deniz tabanındaki maden yataklarına, fiber optik hatlardan siber uzaya, gıda güvenliğinden iklim mülteciliğine kadar artık her konu küresel mücadele alanı. Bu mücadele alanlarına yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının da dahil olmasıyla “Felaketlerin Kesişmesi” (Catastrophic Convergence) olarak tanımlayabileceğimiz bir jeopolitik coğrafya karşımıza çıktı. Bu felaketler ve kaoslar silsilesine karşı eş zamanlı çözümler üretmek zorunda kalmak ekonomik kaynakları da zorluyor. Fakat her kriz beraberinde öngörülemeyen tehditler kadar sürpriz çözümleri de getirebiliyor. Kovid-19 salgınıyla beraber başlayan karantina sürecinde boş zamanlarını spor yaparak değerlendirenlerin toplumdaki obezite tehlikesini azaltması ya da Finlandiya’da, ülkelerinin sağlık sisteminin avantajlarını gören dünyaya dağılmış genç Finlandiyalılarının tersine beyin göçünü başlatması gibi dengesizliklerin umulmadık noktalarda avantajlar doğurduğuna şahit oluyoruz.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla son bulan Soğuk Savaş’ın ardından 20 yıl boyunca devam eden kaosun Türkiye’yi sorunlarıyla yüzleştirerek kendi çözümlerini üretmeye zorlaması da dengesizlik karşısında temin edilen avantajların bir örneği oldu.
Varşova Paktı’nın dağılması ve Sovyetler Birliği’nin parçalanmasıyla Orta Doğu, Avrupa ve Afrika’da gelişen istikrarsızlıklar yeni sorunlardan ziyade Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yarım kalmış hesaplaşmaları yeniden canlandırdı. Birinci Dünya Savaşı’nın meydana getirdiği ekonomik yıkım, dönemin şartlarında Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doğu ve Avrupa’da savaş baltalarının gömülmesini zorunlu kılmıştı. Bu sessizlik Avrupa devletleri için Avusturya’nın Almanya tarafından ilhak edildiği 1938 yılına kadar 20 yıl sürdürülebildi. 1945 yılında sona eren İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş’ın kapısını aralarken aslında Birinci Dünya Savaşı’nın hesapları sümen altında tutulmaya devam ediliyordu. 43 yıl boyunca Soğuk Savaş sayesinde buzlukta tutulan hesaplaşmalar Sovyetler Birliği dağılmadan henüz 1988 yılında yeniden masaya sürüldü. Ermenistan, Yukarı Karabağ’ı Azerbaycan’dan almak için silaha sarılırken, Balkanlarda fitil 1991’de Yugoslavya’daki etnik grupların boğaz boğaza gelmesiyle ateşlendi. Bosna Savaşı ABD’nin, Karabağ Savaşı ise Minsk Grubu’nun müdahalesiyle noktalanırken, aradan geçen 20 küsur yılda bu müdahalelerin kalıcı çözümler üretmediği, pansumandan öteye geçmediği güncel gelişmelerle daha iyi anlaşılır hale geldi. 2008 yılında Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesiyle başlayan süreç ise Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de istikrarın sorgulanmasına yol açan bir dönemin kapılarını açtı. ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali ise dünyanın bir numaralı enerji havzasında günümüze kadar gelen istikrarsızlık atmosferinin temelini attı. Türkiye bütün bu çatışmalar sürecini kendisine biçilmiş “NATO ittifakının güney kanat ülkesi” kimliği ile izledi. Diplomasi, savunma, enerji ve finans alanındaki politikalarını ve ihtiyaçlarını 20. yüzyıldan kalma parametreler ve alışkanlıklarıyla sürdürmeye devam etti.
- Türkiye jeopolitik kimliğini yeniden tanımlıyor
2010 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın Mısır, Libya ve Suriye’ye sıçramasıyla Türkiye’nin kara, hava ve denizde nüfuz alanlarını doğrudan hedef alan tehditlerin ortaya çıkması, Ankara’yı jeopolitik kimliğini yeniden değerlendirmeye yönlendirdi. Türkiye’nin NATO müttefikleri ile Suriye ve Libya sahasında yaşadığı çıkar çatışmaları, bu kimliğin yeniden tasarımının hayati olduğu gerçeğini teyit etti. Avrupa Birliği’nin (AB) Mısır’da Sisi liderliğindeki darbeye göz yumması ve 15 Temmuz 2016’da Türkiye’deki darbe girişimine karşı beklenen tepkiyi göstermemesi de Ankara’ya yeni bir yol haritası belirlemenin kaçınılmazlığını dayattı.
Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 hava savunma füzeleri, milli üretim Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere denizlerinde yürürlüğe koyduğu Mavi Vatan konsepti bu yeni yol haritasının simgeleri haline geldi.
Türkiye’nin 1990-1991’de Irak’ın Kuveyt’i işgalini takiben yaşanan İkinci Körfez Savaşı’nda hayati önemini kavradığı yüksek irtifa hava savunma sistemi ihtiyacına dair arayışları 1990’ların ikinci yarısında başladı. Aradan geçen 20 yıldan uzun sürede Türkiye’nin NATO müttefikleri teknoloji transferi bir yana, bu füzelerin satışını dahi yokuşa sürdü. Bu sistemin Rusya’dan alınmasının karşılığını Türkiye 5. nesil F-35 savaş uçağı projesinden dışlanarak aldı. ABD, S-400 sistemleri ile denemeler yapılması üzerine yaptırım tehditlerini de gündeme getirdi. Envanterinde Scud füzeleri bulunan Irak’ın geçmişte oluşturduğu tehdit, Suriye’nin yine aynı füze sistemleri ile süren tehdidi, Ermenistan gibi Azerbaycan’ın sivil yerleşim yerlerini balistik füzelerle vuran bir ülkenin bölgedeki varlığı ya da Yunanistan’ın Girit adasına konuşlandırdığı S-300 füze sistemleri Türkiye’nin bu alandaki ihtiyacının meşruluğunu müttefiklerine kabul ettirmeye yetmedi. Ayrıca Türkiye’nin hava sahasının tehditlerle karşı karşıya kaldığı dönemlerde de müttefikler Türkiye’nin güvenliğini artırmaya yönelik olarak Ankara’nın beklentilerini karşılayabilecek uzun vadeli desteği göstermekten kaçındılar. Tehditler bu kadar açık ve net iken uygulanan çifte standardın temelinde sadece Ankara’yı NATO’nun eşit bir üyesi olarak görmemek gibi siyasal bir sorunun ötesinde açık çıkar çatışmaları da yatıyor. Bu çerçevede Türkiye’nin SİHA’larda olduğu gibi füze üretiminde de milli bir teknolojiye sahip olmasından duyulan endişe yatıyor olabilir. S-400 sisteminin ters mühendislik yoluyla Türkiye’nin kendi uzay programının temellerini atmak için kullanılması olasılığı ve buna bağlı olarak ABD’nin ardından NATO’nun Uzay Komutanlığı kurmak için adım attığı bu günlerde Ankara’nın uzay coğrafyasında kendi imkanlarıyla hakimiyet tesis etme kapasitesine ulaşma iradesi “müttefiklerimizi” şimdiden düşündürüyor.
Türkiye’nin kimliğindeki bu değişimin hedeflerinden biri de 1973’teki petrol krizini takiben enerjideki dışa bağımlılığın ekonomiye verdiği zararın tekrarlanmaması için önlemler alınması oldu. Türkiye’nin, Rusya ve Azerbaycan kaynaklı doğalgazın Avrupa pazarına ulaştırılmasında üstlendiği rolün ötesine geçerek Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de enerjiye doğrudan ulaşım gayretleri de karşısına bir ittifakın dikilmesi sonucunu getirdi. ABD ve Fransa’nın desteğiyle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY); Yunanistan, İtalya, Mısır, Filistin, Ürdün ve İsrail’i “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” adı ve enerji işbirliği görünümü altında Türkiye karşıtı bir inisiyatifi bir araya topladı.
Türkiye’nin milli savunma, milli enerji ve uluslararası alanda diplomasi yöntemiyle çıkarları yönünde attığı her adımda karşısında yeri geldiğinde geçmişin düşman kardeşi olan ülkelerin oluşturduğu ittifakları bulması, Türkiye’nin yeni jeopolitik kimlik tasarımının milli boyutunun doğurduğu rahatsızlığın kimi ülkeleri ortak bir paydada buluşturduğunu delillendiriyor. Bu ortak payda günümüzde Körfez bölgesinden, ABD’deki lobilere ve onların siyasi uzantılarına kadar ulaşıyor.
- En çetin sınav milli finans cephesinde
Türkiye’nin yeni jeopolitik kimlik tasarımındaki en çetin sınav ise milli finans cephesinde vuku buluyor. Bu mücadele pek yakında İsrail’in “normalleşme” adı altında uluslararası topluma pazarladığı süreç ile yeni bir boyut kazanacak. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Sudan’ı takiben Suudi Arabistan’ın da ABD’de 3 Kasım’da tamamlanacak Başkanlık seçiminin ardından İsrail ile normalleşme kervanına katılması bekleniyor. Sırada başka Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin de olduğu belirtiliyor. Bu normalleşme operasyonuyla eş zamanlı olarak Ağustos ayında Beyrut limanındaki patlamayı takiben Fransa’nın Lübnan’daki hükümet ve finans sistemini reforme etmek adına başlattığı müdahale de Körfez’den Doğu Akdeniz’e kadar yeni bir finansal düzen kurmanın işaretlerini barındırıyor.
ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında tanımlanan “Yeni Soğuk Savaş”ın Asya-Pasifik’teki finans piyasalarını potansiyel sıcak çatışmalarla tehlikeye atması ihtimali göz önüne alınarak alternatif bir küresel finans merkezi oluşturma gayreti İsrail tarafından “diplomatik normalleşme” kisvesi altında pazarlanıyor. Bu normalleşme süreci ile Lübnan’daki Fransız etiketli reform çalışması birleştiğinde ortaya çıkacak finans piyasası, Körfez ülkelerinin enerji gelirlerinin ancak ABD, İsrail ve Fransa onaylı ülke ve projelere aktarılmasını da beraberinde getirecektir. Küresel ekonomik krize kadar, petrol ve doğalgaz satışından elde ettikleri artı değeri, Avrupa’da futbol kulübü ve malikane almaya harcayan Arap sermayesinin bu yolla ıslah edilmesi ve kontrol altına alınarak İran başta olmak üzere bölgede “düşman” kabul edilen ülkelerin mali olarak ellerinin kollarının bağlanması da bu “normalleşmenin” yan etkileri olacak.
Türkiye’nin, inşa ettiği yeni jeopolitik kimliğin mali ayağını tasarlarken, Körfez’den doğup etki alanı Kuzey ve Doğu Afrika’ya kadar ulaşacak olan bu projeye karşı savunma, diplomasi ve enerji alanında olduğu gibi özgün çözümlerini ivedilikle geliştirmesi gerekecek.
[Gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]