Ayın gümüş kılıcı, Thames'in kara sularını yaran bir fısıltıyla iner, Oxford'un gotik kulelerini titreterek; o fısıltı, unutulmuş bir büyücünün nefesinden doğmuş, sisli nehirlerin derinliklerinde kaynayan bir iksirin buharı gibi yükselirdi –narindir, zehirlidir, bir çocuğun kalbine saplanan bir ok kadar keskin. Lewis Carroll, Charles Dodgson'un ketum gölgesinde gizlenen o delibozuk şair, sazlıkların rüzgârla dans ettiği o kader anında, üç küçük meleğe –Lorina'nın ateşli bakışına, Alice'in mavi okyanus gözlerine, Edith'in gül pembesi yanaklarına– bir masal üflemişti; bir masal ki, tavşanın deliğinden sızan bir fırtına gibi, Harikalar Diyarı'nı yutardı. Ama o sayfaların katmanlarında, kara ormanların kalp atışlarında gizlenen gerçekler? Onlar, bir ejderhanın göz yağı gibi parıldar, bir perinin kanat çırpışıyla uyanırdı –her biri, yüreği delip geçen bir kılıç, bir inci tanesi değil, bir zehir damlası; titreten, çağıran, sonsuz bir düşün eşiğinde bekleyen sırlar.