Akın Ekici: yılında Kayseri'de doğdum, ama çocukluğumun büyük kısmı anne memleketim Bergama'da geçti; oranın taşlı yollarında, zeytinliklerinde büyüdüm. İki yaşımdan üniversite yıllarıma kadar o coğrafyanın izlerini taşıdım üzerimde. 1989'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdim, çünkü biliyordum ki hayatın gerçekleri karşısında bir kalkanım olmalıydı. Ama sanat, o kalkanın arkasında hep pusuda bekliyordu. İlkokulda resim öğretmeni arkadaşları olan anne babamın teşvikiyle fırçayı elime aldım; Bergama ve İzmir'deki yarışmalarda ödüller kazandım, ama hukuk yolunu seçtim. Sanatın, ne iş yaparsam yapayım yanımda olacağını içgüdüsel olarak hissediyordum. Nitekim öyle oldu. 1991'de avukatlığa başladım, bankacılık sektöründe yıllarca hukuk müşaviri, baş müşaviri oldum – Garanti Bankası'nda 14 yıl geçirdim, 2008'de ayrıldım. O yıllarda resim, bir kaçış, bir nefes alma molasıydı; ofis masasının arasında, geceleri atölyede fırçayı sallardım. Ama 2009'da serbest avukatlığa geçince, terazinin kefeleri değişti. Resim, hukukun katı kurallarından kurtulup özgürleştiğim bir alana dönüştü. Beyoğlu Akademililer Sanat Merkezi'nde Resul Aytemür Atölyesi'nde çalıştım, 2012'den beri spatula ile soyut ve soyutlamalara daldım. Dengeyi kurmak mı? Ah, o denge bir ip cambazlığı gibiydi. Zamanı çalardım kendimden; hafta sonları atölyede, ofiste kalanlar evdeyken ben boya kokusuyla dönerdim. Ailem destekledi, ortaklarım anlayış gösterdi. Ruhsal olarak ise, zihni ikiye bölmek verimi düşürüyordu – ta ki her iki alanı birbirine besletene kadar. Hukuk bana disiplin verdi, sanat hukukun gri sayfalarına renk kattı. Bugün 20 kişisel sergi yaptım, dokuzu yurtdışında; en son Kocaeli ve İstanbul'da aynı anda iki büyük sergiyle rekor kırmış olabiliriz. Bu geçiş, bir döngü gibi: Hukuktan sanata, sanattan hayata geri dönen bir ritim.
Hukuk pratiğinizle resim sanatını bir arada yürütmek, özellikle yoğun bankacılık yıllarında nasıl bir zorluktu? Bu dengeyi nasıl sağladınız ve her iki alan birbirini nasıl etkiledi?
Zorluk? Sanki iki nehir arasında köprü kurmak gibiydi; bir yanda evrak yığınları, diğer yanda tuvalin sonsuz beyazlığı. 2009 öncesi, bankada günler uzar, geceler kısalırdı – hukuk dosyaları arasında resim yapmak, bir sigara molası kadar kıymetliydi. Ama o molalar birikti, birikti ve sonunda sel oldu. En büyük sır, zamanı yönetmekti: Ofisten atölyeye koşarken, yolda bile kompozisyonlar tasarlıyordum. Hafta sonları dinlenmek yerine, spatula elime yapışırdı; yorgunluk yerine heyecan duyuyordum. Ailem –eşim, çocuklarım– bu fedakârlığa ortak oldu, yoksa imkânsızdı. Ruhsal denge ise daha incelikli: Hukuk zihni keskinleştirir, mantık kurar; sanat o mantığı eritir, duyguya bırakır. Bir dava kazanmak gibi, bir resmin katmanlarını kazımak... İkisi de mücadele, ikisi de zafer. Zamanla fark ettim ki, hukuk sanatı disipline soktu – kompozisyonlarımda hukuki bir simetri var; sanat ise hukuku yumuşattı, empati kattı müvekkillere. Bugün atölyede geçirdiğim saatler ofistekinden fazla; ama o denge, her iki nehrin suyunu birleştirdi. Sansasyonel değil, organik bir akış: Sanat hukukun katılığını eritti, hukuk sanatın kaosunu yapılandırdı. Bu sayede, eserlerimde hem felsefi derinlik hem de teknik kusursuzluk var.