Adampol’de Bir Sabah: Polonezköy’de Tarihle Yan Yana Kahvaltı

Haftasonları eşimle, oğlumla ve bazen de yakın arkadaşlarımızla Polonezköy’e geldiğimizde, daha köyün girişinde içime tuhaf bir sakinlik yerleşiyor. Eski kayıtlarda Adampol diye de geçen bu küçük yer, benim için bir kaçış noktası: Kahvaltımızı yaptığımız Karcma Kriha’da hem yazılarımı bitiriyorum hem ruhumu dinlendiriyorum hem de yan masada oturan Polonezlerle sohbete dalıyorum. Oğlumla yürüyüş parkurunda ormanın içine doğru ilerlerken, sanki sadece ağaçların gölgesinde değil, tarihin gölgesinde de yürüyormuşuz gibi hissediyorum. Bazen Zosia Teyze’nin anı evinin önünden geçerken durup bakıyorum; avluda dolaşan kedilerin, duvardaki eski fotoğrafların, solgun çiçek saksılarının arasında, bir zamanlar buraya Lech Wałęsa’nın da gelmiş olduğunu hatırlıyorum. Polonya’da komünizme direnen bir işçi liderinin, Nobel Barış Ödülü almış bir devlet başkanının, bir zamanlar “devletsiz” kalmış halkının torunlarıyla bu küçük köyde kucaklaştığını düşünmek, bugün önümdeki sade kahvaltı sofrasını bile dünya tarihinin ince bir kırışığına dönüştürüyor. Üstelik bütün bunlar, Katolik (Lazarist) Kilisesi’ne ait bir arazide, hâlâ “katolik arazisi” diye anılan bu toprakta olup bitiyor; insanın zihninde inanç, sürgün ve tarih birbirine karışıyor.

Haritadan Silinmiş Bir Ülkenin Gölgesi

Böyle anlarda, elimde çay bardağı, defterimin kenarına bir iki cümle karalarken, zihnim çok uzak bir tarihe, 19. yüzyılın başına kayıyor. O dönemde Avrupa haritasına uzaktan baksanız, Rusya, Prusya, Avusturya, Fransa, Osmanlı İmparatorluğu bütün haşmetiyle görünür; ama dikkatle bakınca rahatsız edici bir boşluk fark edersiniz: Polonya yoktur. Ne kalın çekilmiş sınırlar ne canlı bir renk ne de “Polonya Krallığı” yazan bir başlık… Oysa tam o sırada milyonlarca insan Lehçe konuşmakta, Polonya marşlarını söylemekte, çocuklarına Polonyalı isimleri vermektedir. Kâğıt üzerinde silinmiş ama kalplerden silinememiş bir ülke, sessiz bir isyan gibi dolaşır Avrupa’nın üzerinde. Bugün Polonezköy’ün sokaklarında yürürken duyduğum o hafif, tarifsiz hüzünle karışık dinginlik, işte bu “devletsiz millet” hâlinin gecikmiş bir aksidir sanki.

18. ve 19. yüzyıllar, Polonya için kayıplar, paylaşımlar ve bastırılmış ayaklanmalar yüzyılıdır. Rusya, Prusya ve Avusturya, Polonya topraklarını birkaç kez aralarında bölüşür; her paylaşım, yalnızca sınırları değil, bir halkın kendine güvenini ve geleceğini de parçalar. Subaylar, öğrenciler, köylüler, soylular; 1790’lardan 1863’e uzanan ayaklanmalarda tekrar tekrar ayağa kalkar, her seferinde kanlı biçimde bastırılırlar. Sonunda ortaya tuhaf bir manzara çıkar: Haritada adı geçmeyen, ama insanların zihninde her zamankinden daha keskin hatlarla yaşayan bir Polonya. Bugün Polonezköy meydanında ağaç oyma heykel sergisinin bulunduğu mütevazi parkta oturmuş, yıllar öncesinden bir hatırayı ağır ağır anlatan yaşlı bir Polonez’in gözlerinde beliren gölgeli parıltının kökleri tam da burada, bu kayıp ve inat dolu çağdadır.

Sürgünün Coğrafyası: Paris’ten Osmanlı’ya, Katolik Bir Araziye

www.polonezkoy.biz

Böyle bir atmosferde Polonyalıların önünde birkaç yol belirir. Kimisi büyük güçlerin buyruğuna boyun eğip sessiz, iddiasız bir hayat sürmeyi seçer; kimisi ise “ya özgür bir Polonya ya da sürgün” diyerek yollara düşer. Fransa, bu sürgün kuşağının ilk büyük durağıdır. Devrimlerin ve “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ideallerinin başkenti rolünü sahiplenen Paris, Polonyalı siyasetçiler, yazarlar ve subaylar için hem bir sığınak hem de geleceğe dair hayallerin çizildiği bir çalışma odasıdır.

Prens Adam Czartoryski bu büyük sürgünler kuşağının simalarından biridir: Rusya’dan kaçar, Fransa’ya sığınır, sonra rotasını Osmanlı’ya çevirir. Adampol adı, işte bu prensin adının gölgesinden doğar. Onun ve çevresindeki göçmenlerin gözünde Osmanlı toprakları, Polonya’nın parçalanmasında payı olmayan, bu yüzden “düşman olmayan”, ama Avrupa dengelerinde önemli bir yere sahip bir sığınaktır. Adampol/Polonezköy’ün, İstanbul’un kıyısında, Katolik Kilisesi’ne ait bir arazi üzerinde planlanması hem siyasi hem de manevi bir hesaplaşmanın ürünüdür: Sürgünde küçük bir Polonya, Katolik bir ada, Osmanlı’nın gölgesinde bir umut noktası.

Fakat Fransa, sadece harita çizen siyasilerin değil, tüfek taşıyan askerlerin de durağıdır. Napolyon, Avrupa’yı kendi kafasındaki desene göre yeniden biçimlendirirken, Polonyalı askerleri ordusuna katar; onlara, ileride Polonya’nın özgürlüğüne giden gizli bir kapı olarak yaklaşır. Kendi ülkesi olmayan bir millete, “benim için savaşın, belki yarın sizin ülkeniz için de savaşırız” der dünya. Polonyalılar için bu, acı tatlı bir pazarlıktır: Bir yandan başka bir imparatora hizmet etmenin onur kırıcı ağırlığı, diğer yandan kaybedilmiş bir vatanı geri alabilme ihtimalinin hayali. Bu yüzden Napolyon’un emriyle Haiti’ye gönderilen birliklerin içinde çok sayıda Polonyalı asker bulunur.

Marseillaise’in Yankısı: Haiti İsyanı ve Polonyalı Askerler

Haiti’de ise bambaşka ama şaşırtıcı biçimde paralel bir sahne kuruludur. Karayipler’in bu sıcak adasında, efendileriyle aynı dili konuşmayan, resmî kayıtlarda birer “mal” gibi görülen milyonlarca köleleştirilmiş insan, Fransız Devrimi’nin sloganlarını kendi mücadelelerinin bayrağı yapmıştır. En çarpıcı sahnelerden biri şudur: Haitili isyancılar, Fransız ordusuna karşı saldırıya geçerken, ileri doğru yürürken Marseillaise söylemektedir. Yani köleler, eski efendilerinin devrim marşını, şimdi efendilerine karşı silaha sarılırken haykırırlar. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” artık Paris salonlarından değil, tarlaların kızgın toprağından ve dağların sisli yamaçlarından yükselen bir haykırıştır.

Polonyalı askerler Haiti’ye vardıklarında, kendilerine “asi köleleri bastırma” görevi verilmiştir. Ama sahada duydukları, bekledikleri türden dağınık çığlıklar değil, Avrupa devrimlerinin o tanıdık ilahisidir: Marseillaise. Karşılarında, Fransız ordusuna karşı, Fransız Devrimi’nin marşını söyleyerek yürüyen siyah isyancılar bulurlar. Bir an için siperler, üniformalar, ten renkleri, rütbeler silinir; geriye sadece aynı ezgi ve aynı kelimeler kalır. Bu marş, Polonyalılar için de kaybedilmiş bir vatanın, yarım kalmış bir özgürlük rüyasının şarkısıdır. Bastırmaya gönderildikleri isyanda, kendi bastırılmış isyanlarını duymaya başlarlar.

İşte bu tanıdık ezgi ve ortak yara, ezilenlerin yollarını kesiştiren bir dönüm noktası olur. Polonyalı askerler, Haiti’de kölelerin söyledikleri marşları, özgürlük taleplerini, direnişlerini gördükçe, bastırmaya geldikleri insanların içinde kendi hikâyelerinin yankısını işitirler. Onlar da bir zamanlar memleketlerinin işgaline, kimliklerinin silinmesine karşı savaşmış; yenilmiş, sürülmüş, başka orduların saflarına karışmak zorunda kalmışlardır. Bir noktadan sonra, “Biz aslında kimin için ve kime karşı savaşıyoruz?” sorusu, emir komuta zincirinin sesini bastırır. Polonyalı lejyonerler Haitili devrimcilerin safına katılır. Savaş bitip Haiti bağımsızlığını ilan ettiğinde, hayatta kalabilmiş yaklaşık 400–500 Polonyalı asker, dönecek bir Polonya toprağı da kalmadığı, belki de kalplerini bu yeni özgürlük hikâyesine bağladıkları için adada kalmayı seçer.

Haiti’nin lideri Jean-Jacques Dessalines, bu Polonyalıların tavrını küçük bir jestle geçiştirmez. Onları “Avrupa’nın zencileri” olarak niteler ve 1805 Anayasası’nda Polonyalıları “Noir”, yani “siyah” sayarak tam vatandaşlık ve toprak hakları tanır. Dünyanın o dönemki katı ırk sınırları böylece altüst olur: Avrupa’dan gelen beyaz askerler, siyahların cumhuriyetinde resmen “siyah” yurttaş ilan edilir. Irk, kimlik ve kardeşlik kavramları bambaşka bir düzlemde yeniden yazılır. Bugün Haiti’de Cazale gibi köylerde, yüz hatlarında ve soyadlarında Polonya izleri taşıyan insanlar, bu olağanüstü tarihsel karşılaşmanın canlı izleridir.

Osmanlı Ormanlarında Küçük Bir Polonya: Polonezköy’ün Kuruluşu

cdnuploads.aa.com.tr

Aynı çağda, Osmanlı topraklarında kurulan Adampol/Polonezköy ise, savaş gürültüsünden uzak, yavaş yavaş kök salan bir sürgün yurdudur. Buraya gelen ilk 12 Polonyalı, savaşlarda esir düşmüş, köle pazarlarına sürüklenmiş, sonra fidyeleri ödenip özgürleştirilmiş insanlardır. Silahlarını değil, tohumlarını ve aletlerini yanlarına alırlar; küçük bir köy kurarlar. Ardından 1848 ve 1863 ayaklanmalarının yenilgiyle sonuçlanmasıyla gelen yeni göç dalgaları bu köyü büyütür. Polonezköy, kaybolmuş bir ülkenin, başka bir imparatorluğun içinde kurduğu küçük ama inatçı bir hafıza adasına dönüşür.

Polonyalılar burada, Katolik Kilisesi’ne ait bu arazi üzerinde hem dinlerini hem dillerini korumaya çalışır. Czestochova Meryem Ana Kilisesi’nde Polonya için dualar edilir, çocuklara Lehçe isimler verilir, bayramlarda Polonya şarkıları söylenir. Diğer yandan Osmanlı bürokrasisi, vergi, tabiyet ve toprak meseleleri etrafında bu insanları kendine bağlamaya uğraşır; Avusturya ve başka devletlerin konsoloslukları ise onları kendi vatandaşlıklarına çekmek için hamleler yapar. Köyün üzerinde sürekli bir “hangi devletin tebaasıyız?” sorusu asılı durur.

Yıllar geçer, imparatorluklar çöker, haritalar yeniden çizilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Polonezköylülerin önemli bir kısmı Türk vatandaşlığına geçerek bu topraklara yeni bir kimlikle bağlanır. O ilk sürgün kuşağının “bir gün Polonya özgür olursa geri döneriz” diye kurduğu cümle, zamanla “hem Polonyalı hem buralı olabiliriz” diye değişmeye başlar. Osmanlı ormanlarında kurulan bu küçük Polonya adası, yavaş yavaş Türkiye’nin hikâyesine de eklemlenir.

Dayanışmanın Uzun Cümlesi: Lech Wałęsa’dan Zosia Teyze’nin Anı Evine

cdn.kulturenvanteri.com

20. yüzyılın sonunda, bir tersane işçisi olarak sendika hareketinin başına geçen, Polonya’da komünist rejime meydan okuyan Lech Wałęsa, Solidarnosc’un (Dayanışma) lideri olarak dünya sahnesine çıkar. Demir alanda başlattığı grev, zamanla bütün Doğu Avrupa’yı sarsan bir özgürlük dalgasına dönüşür. Hapishanelerden, baskılardan, gözetimden geçen yaşamının sonunda Nobel Barış Ödülü’nü alır; Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla birlikte, bir zamanlar haritadan silinen Polonya, bu kez kendi halkının iradesiyle özgür bir cumhuriyet olarak yeniden dünyaya ilan edilir.

Ve bir gün, işte bu Lech Wałęsa, benim yürüdüğüm o dar sokaklara, önünden sessizce geçtiğim Zosia Teyze’nin evinin kapısına gelir. Polonezköy’de misafir edilir, ağırlanır. Bu hatıra bugün Polonezköy Kültür Evi’ndeki sergilerle canlı tutuluyor. Bu sahnenin anlattığı şey çok güçlüdür: Bir zamanlar prensleri Osmanlı’ya sığınmak zorunda kalan, askerleri Haiti’de siyahların safına katılan, köylüleri İstanbul ormanlarında sürgün bir Polonya kuran halkın temsilcileri, artık kendi özgür devletlerinin başında, sürgündeki hemşehrilerini ziyaret etmektedir. Polonezköy muhtarlığında içilen bir kahve, aslında dağıtılmış bir ülkenin kendini yeniden toplamasının, sürgünle vatan arasındaki mesafenin kısalmasının sessiz işareti olur.

Ben bugün arkadaşlarımla Polonezköy’e gelirken, belki dışarıdan bakıldığında yalnızca güzel bir kahvaltı mekânına gidiyor gibi görünüyorum. Oysa benim için bu köy, Haiti dağlarında Fransız ordusuna karşı Marseillaise söyleyerek yürüyen siyah isyancıların, onların yanına geçen Polonyalı askerlerin, Osmanlı’ya sığınan prenslerin, Katolik arazisine kök salan köylülerin ve sonunda özgür Polonya’nın başkanı olarak Zosia Teyze’nin kapısını çalan Lech Wałęsa’nın ortak sahnesi gibi.

Kahvaltı masasında dostlarla edilen sıradan bir sohbet, misafirlerin “Burası gerçekten İstanbul mu hâlâ?” diye şaşıran bakışları, ormandaki patikadan dönüşte bacaklarıma çöken hafif yorgunluk ve içimde beliren derin huzur… Tüm bunların arasında, haritadan silinmiş ama insanların kalbinde yaşamaya devam eden bir ülkenin, ezilenlerin birbirini tanıdığı o büyük hikâyenin gölgesi dolaşıyor. Belki de bu yüzden Polonezköy benim için yalnızca bir hafta sonu gezisi değil; yazılarımı tamamladığım, ruhumu dinlendirdiğim, dünya tarihinin ağır cümlelerinin gündelik hayatın hafifliğiyle yan yana durabildiği ender yerlerden biri. İçimden şu cümle geçiyor: Bir ülke bazen topraktan önce insanların kalbinde, bazen bir orman patikasında, bazen de küçük bir köyün sofralarında, dillerin ve hikâyelerin birbirine karıştığı masalarda yaşamaya devam ediyor. Tıpkı Haiti’de söylenen Marseillaise gibi, yıllar sonra İstanbul’un ormanlarında hâlâ hafifçe duyulan uzak bir ezgi gibi.

Meraklısı için

Hacer Topaktaş, “Polonezköy (Adampol) (1842-1922) Kuruluş, Tabiyet Meselesi, İmar Faaliyetleri ve Sosyal Hayat,” Belleten, 79: 284, (2015): 293-318. 

Slavoj Zizek, Haiti Revolution and Napoleon

Twitter

LinkedIn

Instagram

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

İçeriğin Devamı İçin Tıklayın

Popüler İçerikler

Kalorifer Açmadılar, Dışarıda Yemek Yemediler: 40 Yaşından Önce Emekli Olan Çift
Testi Pozitif Çıkan Fenerbahçe Başkanı Sadettin Saran'dan İlk Açıklama
Doğal Gaz Faturalarında Yeni Dönem Başlıyor! Sınırı Aşanlara Destek Verilmeyecek