Kızdıran başlıklar, provoke eden cümleler, çarpıtılmış gerçekler… Hepsi düşünmeyi değil, refleksi hedefliyordu. Öfke düşündürmüyor; hızlıca harekete geçiriyordu. Paylaşmaya, yorum yapmaya, saldırmaya… Rage bait, bu yüzden brain rot’un en sadık müttefikiydi. Zihni derinlikten koparıyor, yüzeye hapsediyordu.
Ve tam bu noktada sahneye yılın belki de en ironik kavramı çıktı: dijital vicdan. Eskiden vicdan, sessiz ve kişisel bir iç sesti. 2025’te ise ölçülebilir, paylaşılabilir ve sergilenebilir bir performansa dönüştü. Bir haksızlığa karşı duruşumuz, kaç story attığımızla, hangi etiketi kullandığımızla, ne kadar görünür olduğumuzla ölçülür oldu. Tepki vermek, vicdanı rahatlatmanın dijital bir yolu hâline geldi. Sonra hayat aynen devam etti.
Oysa dijital vicdan, çoğu zaman gerçek vicdanın yerini tutmadı. Ekran başında öfkelenmek, sokakta suskun kalmayı telafi etmedi. Bir paylaşım, bir hayatı geri getirmedi; bir etiket, adaleti tesis etmedi. Ama buna rağmen “elimden geleni yaptım” cümlesiyle kendimizi avutmayı seçtik. Çünkü dijital dünyada vicdan da hızlanmıştı; derinleşmeye değil, geçmeye programlanmıştı.
2025 boyunca tanık olduğumuz toplumsal refleksler, kısa süreli yükselişler ve hızla sönen kolektif heyecanlar bunun en açık göstergesiydi. Birlikte hareket edildiğinde ortaya çıkan o güzel melodi, ne yazık ki çoğu zaman kalıcı bir senfoniye dönüşemedi. Herkesin sesi vardı ama ritmi tutan çok azdı. Herkes konuşuyordu; dinleyen ise neredeyse yoktu.
Belki de bu yılın en yorucu tarafı buydu; sürekli tetikte olmak. Sürekli uyanık, sürekli tepkili, sürekli hazır… Bu hâl bir süre sonra direniş değil, tükenmişlik yaratıyor. İnsan bir noktadan sonra hayatta kalmayı başarı sanmaya başlıyor. “Nasıl oldu da hâlâ buradayız?” sorusu, 2025’in en dürüst sorusu olabilir.
Ve yine de…