2008 Krizinin Mirasını Pandemide Yedik mi? Savaş Yetişmeseydi Tanışamazdık: Stagflasyon

Dünyada son dönemde fazlasıyla telaffuz edilen ekonomik terimlere son süreçte bir yenisi eklendi. Pandemiden çıkarken artan enflasyonun önüne geçmeden başlayan savaş ile artan enerji fiyatları etkisi ve Merkez Bankaları ile huzurlarınızda: Stagflasyon!

Dünyada çok uzun zaman sonra ve yeniden telaffuz edilen kelime: Stagflasyon.

Financial Times, Wall Street Journal ve The Economist gibi önde gelen finans ve ekonomi yayınlarında endişeli hal dikkat çekiyor. Kriz kahinleri diye de ünlenen Paul Krugman, Larry Summers, Nouriel Roubini gibi ünlü ekonomi profesörleri, Martin Wolf gibi ekonomi yorumcuları, enflasyondaki yükselişi bu kelimeyi sıklıkla telaffuz ederek tartışıyor. Bu sürecin etkisi sadece pandemi ya da savaş değil. 21. yüzyılın başından bu yana dünya ekonomisi bir bocalama sürecinde olurken, finansal krizler dünyayı çok korkuttu. Geçmişten gelen 'Büyük Depresyon' anksiyetesi eşliğinde savaşlar da modern dünyada korkuları canlı tutuyor.

2008 krizi sinirleri bozdu: "Anksiyete çağı", "belirsizlik çağı" gibi kavramlara sık rastlanır oldu

BBC Türkçe'den Ergin Yıldızoğlu haberine göre, küreselleşme sonsuz gibi algılanırken, 2008'de kopan büyük fırtına yani finansal krizden sonra öldü, bitti, mahvoldu yorumları devamlı dile getiriliyor. Büyük buhran, depresyon, kriz ya da her neyse yerini ekonomi politikalarına duyarlılığı düşük olan stagflasyon (hem durgunluk hem enflasyon süreçlerinin aynı anda yaşanması) korkusu aldı.

İnsanların 'millenium' ile başladığı uçan, kaçan arabalar, uzay istasyonları gibi süreçler hayal ederken, borsa krizleri, demir çelik, otomotiv, elektronik, telekomünikasyon vb sanayi dallarında aşırı üretim-talep eksikliği sıkıntısıyla şekillenen bir ekonomik durgunluklar 1930'ları anımsatan yorumlara yol açtı. 11 Eylül saldırılarıyla gelişen süreçlerle Merkez Bankalarının 'tarihin en büyük parasal genişlemesi' olarak adlandırdığı bolluk müdahalesi bazı riskleri ötelemekte de başarılı olmadı değil!

Paraları ortalığa saçmak sorunları erteliyordu ama büyüme de devam ediyordu

Paranın satın alamadığı şeyler vardır: 2008 Finansal Krizi gibi! Ardından Merkez Bankalarının finansal sektör korumak, depresyonu engellemek için faizleri sıfıra indirip hesaplamalara göre 12-15 trilyon dolara varan yeni bir likidite enjekte etmiş olmasına rağmen büyük bir durgunluk geldi.  

'Tarihin en büyük parasal genişlemesi' (bol bol QE) geride bırakılsa da fiyatlar artmazken, ekonomistler deflasyondan söz etmeye başlamışlardı. İşsizlikteki artış ise depresyon korkusunu canlandırmıştı.

Hoşgeldin pandemi!

Ardından dünya ekonomisi, Çin ve gelişmekte olan ülkelerin ucuz işgücü, bakir pazarlarındaki tüketici talebi ve yatırıma uygun ortamlarıyla durgunluktan kağnılarla da olsa çıkmaya başarmıştı kii 'Çin'in Wuhan şehrinden tüm dünyaya yayılan' Covid-19 krizi dünya ekonomisini 'ikili bir şok' ile vurdu.

Küresel dünyanın ilk pandemisi ile kapanmalar, tedbirler, karantinalar, önlemler derken, hem tüketici talebi hem de üretim (arz) olumsuz etkilendi. Dahası da geldi: Tedarik zincirleri kırıldı, bu kırılma dünya ticaretini etkiledi, ABD Başkanı Trump ve Çin Başkanı Şi Cinping'in yönetimleri 'ticaret savaşlarına' girişti. Sert bir ekonomik daralma, yine çok büyük bir parasal genişleme gündeme geri döndü.

"Küreselleşmeye ne oluyor?" sorusu yeniden gündeme geliyor

Pandemi süreci ikinci yılına girdiğinde aşıların etkisiyle bitmese de kısmen kontrol altına alınırken, ekonomilerde toparlanma söne çıktı. İki yıldır bastırılan talep duvarları yıkılan baraj gibi akacak mecra arıyordu. 

Tedarik zincirlerindeki kırılmalar da yeni arayışlara yol açarken, Anında stok yönetimi, yerini 'ne olur ne olmaz' stok yönetimine bırakıyor, şirketler, uluslararası üretim ağlarından 'ana vatana' yakın, daha güvenlikli bölgelere dönüyordu. 

Arz hızla artan talebe yetişemiyor, fiyatlar artıyor, enflasyon 1970'lerden bu yana ilk kez kendini hatırlatıyordu. Merkez Bankaları da hazırlanıyorlardı.

Savaş, tam vaktinde yetişti!

Rusya-Ukrayna krizi bu kargaşanın üzerine gelirken, başlayan savaş, gıda, enerji, mineral, demir çelik, gübre gibi mallarda sorunlar oluşturunca, fiyatlar tüm potansiyel siyasi riskleriyle birlikte hızla artmaya başladı. 

ABD ve Avrupa ittifakının Rusya'ya yönelttiği ekonomik finansal yaptırımlar silahı ile bu eğilimleri daha da güçlenerek, ekonomik durgunluk ve enflasyonun birlikteliği anlamında stagflasyon tehlikesini arttırdı.

Ekonomi politikalarına duyarlılığı zayıf, bu yüzde tehlikesi artan stagflasyon olgusuna geldik mi?

Stagflasyon riski dört koldan artarken, ilk ikisi enerji ve gıda fiyatları oluyor.

Çok yüksek seviyelerde bulunan enerji fiyatları, özellikle Avrupa'da girdi maliyetlerini arttırırken, gıda fiyatlarını da tüketici talebinde daraltarak etkiliyor. Tüketicinin enerji ve gıda dışındaki harcamalara ayırabileceği mali kaynaklar azalırken, Avrupa ekonomilerinde, hem enflasyon hem de resesyon olasılığını artırıyor, bu da stagflasyon riskini gündeme getiriyor.

Gelişmekte olan ülkeler üzerinde ise maliyet artışı ve talep daralmasına ek olarak, gıda ve enerji fiyatları siyasi kaygılarla, kamu maliyesi üzerinden desteklenerek kamu maliyesinin dengelerini bozuyor.

Ücretler ve Merkez Bankaları

Üçüncü kol işçi ücretleri. Pandemi biterken, çalışanlar umulan hızla işe dönmeyince, istihdam şirketlerin personel talebinin gerisinde kaldı. Bu da doğal olarak ücretlerin enflasyon oranında olmasa bile belirgin biçimde arttırmasını sağladı. 

Dördüncü ve stagflasyon riskini arttırma bağlamında en tartışılan kol ise Merkez Bankalarının politikalarına uzanıyor. Merkez Bankaları son 40 yılın, neo-liberal ve monetarist geleneğini henüz sırtlarından atamadıklarından olsa gerek önceliği enflasyonla mücadeleye vererek, faizleri arttırmaya ve piyasalardan likidite çekmeye başlıyorlar.

Faiz artırımının ekonomiyi resesyona itme olasılığı yüksek!

Merkez Bankaları özellikle de ABD Merkez Bankası, ekonominin (hatta dünya ekonomisinin) yavaşlama riskinin arttığı bir dönemde, enflasyonu düşürmek üzere faizleri artırmaya başladığında, yavaşlamayı çabuklaştırıcı bir dinamiği harekete geçirmeye başlıyor. 

Örneğin, faiz artırımı öncelikle kısa dönemli borçlanmayı etkileyeceğinden; kredi kartlarının, otomobil ev kredilerinin, dış ticaret finansmanının maliyetini artırmak, tüketici harcamalarını daraltmak, küçük işletmelerin borçlanma, dolayısıyla ayakta kalma şanını azaltıyor. Kısacası faiz artırımının ekonomiyi resesyona itme olasılığı yüksek.

Gözlemciler ABD Merkez Bankası'nın ülkede son 40 yılda yalnızca 4 kez faiz artırımını resesyona yol açmayacak bir düzeyde denetim altında tutabildiğine, diğer durumlarda bir resesyonun başlamasını çabuklaştırdığına işaret ediyorlar.

Merkez Bankalarının enflasyonla mücadele geleneği, ekonomik durgunluğu arttırıcı etki yapıyor.

Kısacası, Merkez Bankalarının enflasyonla mücadele geleneği, ekonomik durgunluğu arttırıcı etki yapıyor. Bu anlamda hem üretim hem de tüketim adeta iki ateş altında kalmaya başlıyor.

Stagflasyonun, ekonomi politikaları karşısındaki duyarsızlığına ilişkin iki etken daha var.

Halen gerek gelişmiş gerekse de gelişmekte olan ülkelerde kamu ve özel sektör borçları tarihsel olarak yüksek düzeylerde seyrediyor. Merkez Bankalarının faiz artırma, bono satışı gibi politikalarının, mali piyasaların zaten kırılgan olan istikrarını yeni bir finansal kriz noktasına itme riskini arttırmanın yanı sıra bir etkisi daha olacak.

1970'lerdeki borç krizine benzer bir durum şekillenmeye başlıyor!

ABD Merkez Bankası, buna şimdi Avrupa Merkez bankasını da ekleyebiliriz, faizleri arttırmaya başlayınca, gelişmekte olan ülkelerin borçlanma ve borç servisi maliyetleri aniden, taşınamayacak düzeylere çıkıyor. Bu ortamda uluslararası borç piyasalarında yatırımcıların, hem gelişmekte olan piyasalardaki risklerden (gıda fiyatları krizi, siyasi istikrarsızlıklar vb.) kaçmak hem de yüksek faizlerden yararlanmak için merkez ekonomilerine dönme eğilimi hızlanıyor.

Bu iki süreç birleştiğinde de 1970'lerde ABD Merkez Bankası'nın stagflasyonla mücadele etmek adına faizleri aniden yükseltince çevre ülkelerde tetiklediği borç krizine benzer bir durum şekillenmeye başlıyor.

Gerçekten de karşımızda 1970'leri anımsatan bir manzara var

Ancak tarih tekerrür etmiyor. Bu kez ortada ne neoliberalizm gibi gündeme gelmeye başlayan yeni bir ekonomi yönetim modeli var, ne de IMF-Dünya Bankası ikilisinin borç krizinin yarattığı olanak içinde çevre ülkelerin ekonomilerini merkezin gereksinimlerine göre şekillendirerek, yeni bir küreselleşme (mal ve sermaye piyasalarını açarak yeni yatırım olanakları yaratmak) başlatması olanaklı.

Dahası 1980'lerde ABD, yeni bir ekonomik modeli küresel çapta inşa etmek ve düzenlemek için gereken ekonomik, entelektüel ve siyasi kapasitelere sahipti. Bugün bu kapasitelerin, artık o zamanki düzeyde olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Ortada yeni bir model önerisi yok.

ABD'nin büyük güçler arası rekabet ortamında yeni bir modeli dayatma olanağı da... Çin'in Asya'dan Avrupa'ya 'Kuşak ve Yol İnisiyatifi', Afrika ve Latin Amerika'da dağıttığı krediler, kendi ekonomisinde sunduğu piyasa olanakları ve gelişmekte olan ülkelerin ilgisini çekmeye başlamış olan 'devlet kapitalizmi' modeli; ABD'nin bir model önermesini ve dayatmasını, var olan bir modeli düzenlemesini neredeyse olanaksız kılıyor.

İkincisi Ukrayna krizi, küresel çapta yeni bir kutuplaşma, parçalanma yönünde eğilimlerin yalnızca geliştiğini göstermedi, bu eğilimleri beslemeye de başladı. Bu bağlamda gündemde 1980'lerdeki gibi yeni bir küreselleşmenin başlaması, Doğu Bloku gibi büyük bir alanın dünya piyasasına açılması olasılığı gündemde değil.

Bugünkü duruma 1970'lerin merceğinden bakınca, tüm benzerliklere rağmen esas olarak belirsizliğin egemen olduğu bir manzara görünüyor.

Popüler İçerikler

Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
İki Torunlu Mücevher Kralı 30 Yıllık Eşinden Genç Sevgilisi İçin Tek Celsede Boşandı
Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı