Ece Temelkuran yeni romanı ‘Devir’ ile, Türkiye'yi 12 Eylül 1980 darbesine götüren olayları iki çocuğun gözünden anlatıyor.
Ebeveynleri, kimlikleri, siyasi inançlarıyla varoluş mücadelesi verirken, bu iki çocuk, Ankara’nın Kuğulu Park’ındaki kuğuları kurtarma gayretiyle, onlara sunulan gerçekler ve kurgular arasında kendi doğrularının peşinden gidiyor.
Roman, 80 darbesi dönemi için bir politik hafıza tazeleme çalışması yaparken, aslında bir yandan da Türkiye’nin şimdiki politik hafızasının nasıl oluştuğuna dair soru işaretleri doğuruyor.
Neleri biliyoruz, neleri bilmemiz istenmiyor, bizden ne saklanıyor? Ya da bizden sonrakilere biz ne devredeceğiz?
Ece Temelkuran BBC Türkçe'ye anlattı:
Bu kitap 12 Eylül'ü yaşamamış birine ne söylemiş olacak?
Ben hafızanın yaşanan şeylerle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bir şeyi hatırlamak illa o olayları yaşamayı gerektirmiyor. Yaşamış olmak da doğru hatırlamayı da gerektirmiyor. Dolayısıyla bugünün insanlarına o dönemin ne kadar bu dönem olduğunu, o günleri yaşayanların da eksik aktardıklarını hatırlatmak istedim. O günler aslında bugünler biraz da, o yüzden “Devir”in zamanı gelmişti.
Peki o döneme dair eksik anlatılanlar neydi?
Kitabın sloganı 'Unutulmayacak olanlar kalır ama ya hatırlamayacaklarımız?' bir kelime oyunu değil, bu ülkenin temel meselesi. Bugün de o gün de, o günlerden çok öncesinde de hep aynı şey oldu. Ölümlerle işaretlenmiş, insanların eksilmesiyle çentik atılmış bir tarih bu. Hepsi için “Unutulmayacaklar” diye bağırdık, bizden öncesi nesiller de bağırdı. Evet unutulmadılar, onların hepsinin ismini biliyoruz, ölümlerini unutmuyoruz ama hatırlamak sadece hesap sormak hıncıyla gerçekleşebilecek bir hedef değil. O gün sokakta süren başka bir hayat vardı ve o hayat aslında Türkiye’deki o dönemin siyasi atmosferini, ruhunu yaratıyordu. Tıpkı bugün başat olaylar dışındaki birçok şeyin, dönemin ruhunu atmosferini yaratması gibi. Hikayemizin tamamlanması için hatırlamaya değer bulmadığımız hayatın kendisine geri dönmemiz gerekiyor. İsimsiz ölülerin isimsiz hayatlarına.
Kitapta döneme devrimcilerin açısından bakıyorsun, onların hafızalarına gitmişsin. Peki o dönemi yaşayan milliyetçilerin hafızaları, o taraf eksik değil mi?
O da eksik kalsın. Benim yazarlığımla ziyaret etmek istediğim bir trajedi değil onlarınki. Kalbî bir mesele sonuçta. O kadar da soğukkanlı bir romancı, öyle bir insan değilim ben. Öyle bir insan değilken öyleymiş gibi yapmak samimi olmazdı.
'İsimsiz ölüler var' dedin... Ölülerin 'isimsizleştirilmeleri' veya sıradanlaştırılmalarını iktidarların bilinçli bir politikası olarak mı görüyorsun?
Türkiye’deki en önemli kırılma noktasının herhalde yakın tarihte Denizlerin öldürüldüğü zaman, 1971 darbesi olduğunu tahmin ediyorum. İlk kez saygı duyulan, öğrenci denilen genç insanların herkesin gözü önünde göz göre göre engellenemez bir şekilde asılması diye bir şey yaşandı.
Sanıyorum o zaman Türkiye’nin muhayyilesinde iyinin ve güzelin gözler önünde katledilmesiyle ilgili bir dönüm noktası oldu o. Ondan sonra, 1971’den, özellikle 75’ten sonraki dönem bütün ölümlerin giderek anlamsızlaştığı, giderek sıradanlaştığı bir dönem.
Sonra zaten 80’lerde ve esasen 90’larda Kürt meselesi sebebiyle ölümün sıradanlaştırıldığı, “düşmanın” insanlık dışı ilan edildiği dönem. Üç öğrenci öldürüldü diye bir ülke ayağa kalkıyor 71’de ama bugün bir öğretmen öldürülüyor, adamın teki gevşek gevşek “Allah rahmet eylesin” diyor. Ben de “Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz?” diye soruyorum. Bu soru insanların aklında kalıyor. Lafın müthişliğinden değil, herkesin hissettiği bu çünkü, o yüzden. Bu siyasi dönemin temel meselesini anlatıyor: Zalimlik ve zalimliğin karşısında nutku tutulan kitleler. Herkes şimdi merak ediyor, bu işler nasıl buraya geldi? E işte o seller bu çamurları getirdi. Gözümüzün önünde on yıllarca insanlar katledildi ve biz sanki ölenler insan değilmiş gibi hissetmeyi öğrendik.
Türkiye’nin tarihi kimliği oluşturulurken de böyle bir dağılmadan söz edilebilir mi? Örneğin yakın tarihteki Kürt meselesi ve çözüm süreci...
Ermenilerle de, Kürtlerle de ilgili Türkiye’de unutturma sorunu yok bana sorarsan. Daha ziyade bir bellek imalatı var. Yalanlardan, belki de kitlelerin inanarak rahatladığı yalanlardan kurulu bir bellek imalatı. Öte yandan şimdi tarihsel bir süreç yaşıyoruz Kürt meselesiyle ilgili ve fakat kimse bilmiyor ne olup bittiğini. Bunu söylediğim için çok kızanlar olmuştu vaktiyle ama şimdi örneğin Selahattin Demirtaş da bu soruna değiniyor. Şeffaflık meselesi. Bir savaş yanlış bir bellekle beslendi. Peki ya barış olacaksa o nasıl bir bellekle beslenecek? Biz hangi cümlelerin üzerine barışa varmış olacağız? Bilmiyoruz. Bir sabah kalkacağız ve “Bitti mi?” diyecekler. Bu cümle nasıl olacak da bir sabah kalkıp duyduğumuz şey “Kürtler bölücüdür” cümlesinden daha sağlam olacak?
Peki bu çözüm sürecinde ülkenin doğusu ile batısı arasında farklı bellekler var denebilir mi? Mesela çözüm süreci, Türk ve Kürt hafızalarında nasıl şekilleniyor?
Doğu’nun bu konuda bambaşka bir belleği var, Batı'nın bambaşka bir belleği var. Doğu durmadan hayret ediyor “Nasıl bilmezler” diye. Zira Diyarbakır’da çocukların bile bildiği tarihi, burada siyasi analistim diyen adam bilmiyor, bilmek istemiyor. Bunu doğuya ilk kez giden ve gerçekten oradaki insanlarla konuşan herkes görecektir ki, orada bir zaferler, mağlubiyetler tarihi, tepelerin kendi içinde bir savaş tarihi, destanlar, kahramanlar... Bu savaş etrafında oluşturulmuş başka bir tarih var ve batıdaki insanların bundan azıcık bile haberi yok. Dolayısıyla bu çözüm sürecinin biraz da zora gireceğini düşünmemin nedeni o. Bu iki tarihi birleştirmediğimiz sürece, en azından biraz olsun birbirinden haberdar etmediğimiz sürece, bugün konuşulan hiçbir sözcüğün iki tarafta aynı karşılığı vereceğini, aynı şekilde tınlayacağını düşünmüyorum ben.
Peki o zaman Doğu ile Batı’nın ortak belleği nasıl oluşturulacak?
İnsanların hikayelerini anlatmaları gerekiyor. Ben Ermeni meselesiyle ilgilenirken, kitap yazmaya çalıştığım dönemde bunu gördüm. Hikayeleri anlatmak gerekiyor, ismini koymadan. O hikayeler anlatıldığı zaman bir ortaklaşmaya gidilebiliyor. Benim söylediklerim elbette reel politiğin dışında, insani bir mesele ama bu insani meselenin de o anlaşmazlık duvarında bir çatlak oluşturacağını düşünüyorum.
O dönem solda aktif olanlar “Yeni solcular, Kürt meselesiyle eski solcuların hiç ilgilenmediğini düşünür” diyorlar. Ve bu algının yanlış olduğunu da 70'lerdeki siyasi pozisyonları, yazıp çizdikleriyle gösteriyorlar. Kendi ifadeleriyle de bu hafıza yeni nesil solculara aktarılmamış. Peki neden?
Bu konularda ahkam kesmek pek iyi değil. Hem bana düşmez hem de mesele hala kavgalıdır, sulh olmamıştır. Ama Sol öyle bir işkence tezgâhından geçti ki, hikayelerini birleştirip tek bir hikayede anlaşacak zamanları olmadı. Bir de tabii üzerinde anlaşılmış bir ortak Sol tarih yok gibi bir şey. Anlatmak istemiyorlar. İşin garip tarafı yenilgileri, zaafları, hataları kolay kabul ediyorlar da iş zaferleri, yaptıkları işleri anlatmaya gelince çekiniyorlar. Sol terbiyedendir herhalde, övünmek istemiyorlar. Ama neler yapılabileceğini tekrar ve soğukkanlılıkla anlatmalılar bana sorarsanız. Bu konuda “Tarihle Söyleşiler” kitabını öneririm. Yeni bir dizi , devam ediyor.
Ama sonuçta şunu da unutmamalı: 12 Eylül hakikaten modern tarihin en başarılı siyasal projelerinden bir tanesi. Bir darbe olarak kendi varlığını bile unutturmuş bir siyasal proje. Öyle ki insanlar darbeyi kendilerinin seçtiğine bile inandılar epey bir süre. Hatta o kadar başarılı ki bugün sergilenen “darbeyle yüzleşme” adlı komediyi bile aslında hala darbenin kendisi yönetebiliyor! O kadar ki darbenin esas mağdurlarını bu komedide figüran haline getirebiliyor.
Kitabında Fatsa olaylarına da sık sık atıf yapıyorsun. O dönemlerde çok güçlü bir sol damarı olan Karadeniz, Fatsa deneyiminin yaşandığı Karadeniz, şimdi AKP’nin en güçlü olduğu bölgelerden biri. Ne oldu Karadeniz’in o sol hafızasına? Darbeler sonrası bilinçli politik tercihlerden dolayı hafızaların silinmesinden söz edilebilir mi?
O dönemde çok büyük şeyler yaşanıyor. Başka bir hayata ilişkin çok büyük deneyler de yaşanıyor. Topu topu 8 ay sürmesine rağmen Türkiye siyasi tarihinde çok önemli yeri var Fatsa deneyiminin. Tıpkı Yeni Çeltek gibi. İnsanlar gerçek anlamda kendi kendilerini yönetmeye başlıyor. Faşizmin de en korktuğu şey başka bir hayatın mümkün olduğunu gösterebilen bu tür deneyler.
Darbeden sonra, başka bir hayatın mümkün olduğunun kanıtlanabildiğini gösterdikleri için Fatsalılara özel muamele yapılıyor. Neredeyse birer birer insanlar yerlerine yenileri konarak sürülüyor Fatsa’dan. Çünkü o hayatın hatırlanmasından çok korkuluyor. Hala da öyle.
Türkiye tarihinin yakın döneminde, özellikle son 10-15 yılda sol kesim içinde aydın dediğimiz kişiler, hafızaların yok edilmesinde nasıl bir rol oynadı sence? Entelektüeller geçmişte yaşananların canlı tutulması için çaba göstermediler mi?
Hannah Arendt’in bir kavramı var. Türkçe’ye ‘hizalanma’ olarak çevriliyor. Bu toprakların münevver sınıfına dair böyle bir geleneği var. Sanıyorum hayatta kalmak için “hizalanıyorlar”. Daha kolay hizalanıyorlar. Ya da hizalananlar daha çok sesleri duyulduğu için biz onları duyuyoruz belki de. Hizalanmayı reddedenler, yani siyasi iktidarın çizgisinde hizalanmayı reddedenler o kadar yok ediliyorlar ki onları hiç duymuyoruz.
Dolayısıyla elimizde, AKP’nin Türkiye’ye demokrasi getirdiğini bas bas bağıran ve buna var gücüyle entelektüel mühimmat sağlayan ve kendilerine aydın diyen insanlar bulunuyor. Gezi bu konuda çok iyi bir turnusol kağıdıydı. Hem iktidara, hem de bu tür bir elit sınıfta kalmak için ne gerekiyorsa onu yapan aydın sınıfına bir cevaptı. Yani onları da moral olarak alaşağı eden bir eylemlilikti.
Gezi nasıl hatırlanacak ileride?
Gezi bizim açımızdan yakın zaman olduğu için bir sürü güzel, komik ayrıntısıyla hatırlıyoruz. Ama muhtemelen Gezi’yi Berkin'le, Ali İsmail Korkmaz’la ve diğer öldürülen çocuklarla hatırlayacak insanlar. 80 de biraz böyle. İşkenceyle, ölümle hatırlanıyor ama o dönemde gerçek bir hayat var. Tıpkı bizim şu an yaşadığımız gibi. Bu gündelik hayatın hafifliği, bayağılığı veya komedisi de var. Gezi’de de böyleydi. Bu hikayenin tamamı anlatılabilecek mi, ben de merak ediyorum.
Romanda da çocuk karakterlerden Ali de Alevi bir aileden geliyor ve romanın bazı kısımlarında uçurtmaya, uçurtma ipine atıf var. Okurken benim aklıma Berkin Elvan geldi.. Peki sen bu karakteri yazarken Berkin Elvan ne kadar aklındaydı?
Herkes gibi Berkin’in ölümü beni çok etkiledi. Ve doğal olarak girdi kitaba. Ama “Bu Berkin Elvan’dı” demem, ayıp olacağı için öyle demem. Ama kitabın yazılışını anlattığım bir pano yaptım. Yazılı ve resimli, Berkin orada epey var. Zaten bu kitabın ismini Devir koymamın bir nedeni de o oldu.
Aynı günlerde, Taylan Özgür’ün fotoğraflarına bakıyordum. Berkin’in fotoğrafıyla Taylan Özgür’ün fotoğrafını yan yana koydum. “Ne kadar benziyorlar” dedim, hem gülüşleri, hem kaşları... Bir an dedim ki “Hep aynı çocuklar ölüyor”, hep devrediyor hikaye...
Bu kitabı Gezi için yazmadım, ama Gezi olmasaydı ben asla yazmazdım. Çünkü bir önceki neslin bir sonraki nesle devredeceği bir şey olsa bile devredecek insanlar orada mı bilemezdim. Gezi olunca bir şeyleri hatırlamanın ve anlatmanın hala bir anlamı var diye düşündüm.
Gezi’dekiler nasıl bir bellek oluşturdular bu dönemde?
Gezi’ye katılan gençler arasında 1980 darbesinin de ne olduğunu bilmeyenler vardı. Onlar -bu gerçek bir hikayedir- Kuğulu Park’taki kuğuları gazdan kurtarmaya çalıştılar. Tıpkı kitaptaki Ali ile Ayşe’nin Kuğulu Park’tan kurtarmaya çalışması gibi. Dolayısıyla içimizde, zamana bağlı olmayan ve devreden bir şey mi var acaba? Bunu bir soru olarak ortaya atıyorum ve eğer varsa devredilecek bir şey, devir alacak olanlar geldi gibi geliyor bana.
Ama devir alacak olanları iktidarlar belirliyor, şekillendiriyor olabilir mi? Siyasal İslam’ı odağına alan ve kendisini ‘Evlad-ı Osmanlı’ olarak tanımlayan yeni genç bir kuşak da şimdi Yeni Osmanlıcılık hafızasını tazeleyerek kendilerine kendi iradeleriyle kendilerini tanımlıyor.
1923’te Batı’ya bakan, yönü Batı’ya çevrilmiş bir devlet kuruldu. Devlet zoruyla bir modernizm seferberliği başlatıldı. Bu da bu ülkenin kimliğinde, muhayyilesinde ciddi rahatsızlıklar yarattı.
Birincisi Türkiye bir yer midir? Bize hep “Türkiye Doğu ile Batı arasında bir köprüdür” diye anlatıldı. O zaman biz hep köprüde yaşıyoruz. Köprü nereye göre tarif edilir? Hangi ayağına göre tarif edilir? Cumhuriyet bunu Batı ayağına göre tarif etmeyi tercih etti. Tanzimat’la başlayan dönemden itibaren de böyleydi. Fakat bu yeni dönemde, Yeni Osmanlıcılık ve Osmanlı referanslarıyla birlikte köprüyü Doğu ayağıyla tarif etmenin bu ülkeye daha iyi geleceğine dair bir kanaat oluştu. Ben Türkiye’nin kurulduğundan beri böyle varoluşsal vakum içinde olduğunu düşünüyorum. Aynı anda Doğu ve Batı’dan, iki taraftan birden çekiliyor. Ama bu iktidar, vakumdaki bu insanların Batı’nın karşısında kendini aşağılanmış hissetmesini başka bir hastalıklı duyguyla tedavi etmeye karar verdi.
Doğu’nun karşısında kendini büyük görme hastalığıyla. Ülke kimliğinin Osmanlı referanslarını yeniden icat edilmesi, hatta yeniden imal etmesi bir hastalığın başka bir hastalıkla tedaviye çalışılması gibi bir şey.
Üstelik zaten Osmanlı'yla, geçmişle hafıza ilişkimiz çok şizofrenikti. Hem Osmanlının torunlarıyız hem de değiliz. “Osmanlı çok kötüdür, onlar zevke sefaya düşkündü, kaplumbağalar üstünde mumlar yakılıyordu, sonra Atatürk geldi bizi kurtardı şimdi çok çalışacağız Batılılar gibi olacağız.” Karikatürize edersek böyledir muhayyilenin kuruluşu. Ama aynı muhayyilede Osmanlı ihtişamı, aldığı topraklar vesaire bulunur. “Biz Osmanlı’nın nesi oluyoruz?” meselesi Türkiye’nin muhayyilesinde hep sorunluydu zaten.
Şimdi yeni bir kimlik mi yaratılıyor?
Evet, yeni bir kimlik yaratılıyor. Ve bu kimlik için eksiltilmiş ve arzuya göre abartılmış bir takım terkiplerle yeni bir Osmanlı yarattılar. Ve yeniden keşfettikleri bu geleneğe bağlılıklarını ilan ettiler.
Ama büyük bir destek de görüyor bu.
Peki Türkiye’nin bu dönemine baktığında, ileriye ne devredilmesini istersin?
Ben bundan sonra sözsüz bir isyanın olabileceğini düşünüyorum. Çünkü insanlar Gezi’de söze dair bütün imkanlarını kullanarak bütün dertlerini anlattılar. Gerçekten akıl almaz bir kelime haznesiyle, bir ifade zenginliğiyle her şeyi söylediler. Bunun üzerine söylenecek, yeni söylenecek, 'Eksik kaldı şunu da söyleyelim' denecek pek bir şey olduğunu zannetmiyorum.
Gezi’nin şiddetinden şikayet edenler bence Gezi’deki insanları mumla arayacaklar. Çünkü tıpkı 1980’de olduğu gibi bu ülke sözcüklerini hızla unutmaya devam ediyor. Sözcüklerini unuttuğu için de düşünmeyi unutmaya devam ediyor.
Ben bundan sonra gelecek isyanın sözsüz öfkeyle, nefretle dolu, öfkesinin nedeninin açıklamayı reddeden bir isyan olacağından korkuyorum. Pazarlık etmeyecek olan bir isyana dair endişelerim var.